6 Şubat 2014

İş arası Paris notları

Ocak ayının başında iş için Paris'e gittim. 3 gün boyunca sadece toplantılar arasında sokaklara çıkabildim. Bu süreyi olduğunca verimli geçirmeye çalıştım ama:

1-Üç günde her gün sadece birkaç saat ayrımak Paris'i gezebilmek için çok yetersiz,

2-Tek başına seyahat edince benim için yurt dışı tatillerinin en önemli kısımlarından biri olan güzel yemek yeme kısmını gerçekleştirmem çok zor oluyor. Bu yüzden şehrin hakkını tam anlamıyla teslim edebildim mi emin olamıyorum.

Bu yüzden Paris seyahatim daha çok turistik noktalara şöyle bir uğrayıp, mümkün olduğunca yürüyerek ve yürüyüşler sırasında güzel sürprizlerle karşılaşarak geçti. Dolu dolu ya da alelacele, ne demişler: Paris her zaman iyi fikir!


Paris'te tek başımaydım. Beni koy bir şehre, saatlerce yürürüm, sokaklarda dolaşırım, dükkanlara girer çıkarım. Haftalarca sıkılmadan kendi kendime gezerim. Gel gör ki yurt dışında tek başıma yemek yemek benim için bir mesele. Belki de bu ayrıca incelenmesi gereken bir şeydir. Tek başımaysam denemek istediğim bir restorana rezervasyon yaptırıp gidemiyorum, gitsem aynı tadı almayacağımı düşünüyorum. Zaten çok kısa kaldığım Paris'te iş programı da plan program yapmaya izin vermeyecek kadar dolu olunca özel şeyler denemek için zaten pek fırsat olmadı. Akşamları da hep katılmam gereken aktiviteler vardı ama zaten onlar olmasa da muhtemelen sosyofobik durumumdan dolayı tek başıma gidip şık bir restoranda bir şeyler yiyemeyecektim. Siz yapabiliyor musunuz bunu?


Tek başıma yurt dışına en son gidişimin üzerinden çok zaman geçmiş. Bu vesileyle dünyadaki seyahat ruh eşimle evli olduğumu fark ettim. Farklı şeyler keşfedip, görev bilinciyle deneme konusunda kendin kadar heyecanlı biriyle seyahat etmek kadar güzel bir şey yok. Elbette tek başına olmak da zaman zaman iyi geliyor ama Paris'te bunun biraz farkına vardım.



Opera yakınında kaldım. Şehrin tam göbeğinde olmasam bu kadar bile gezemeyecektim muhtemelen. 2-3 saatlik boş vaktim olduğunda fotoğraf makinemi boynuma asıp daha önceden belirlediğim rotalarda yürüdüm de yürüdüm. Hava 8 derece civarıydı ama inanılmaz soğuk geldi bana. Eldiveni elimden hiç çıkarmadım.


İlk kez Paris'e gidişimin üzerinden neredeyse 8 sene geçmiş (ve demek ki neredeyse 8 senedir blogum var!). O zaman 23 yaşındaydım ve İtalya'da öğrenciydim. Deniz kabukluları hala aynı derecede ilgi alanımda. Yine bunların peşindeyim. Yine Paris bunlara meraklılar için cennet.


Bu Paris gezisinde sokaklarda olup mümkün olduğunca çok şey görmek istedim, bu yüzden müzeleri es geçtim. Daha önce Louvre'a gitmiştim ve özellikle birkaç günlüğüne şehirdeysem tekrar gitmeye de pek niyetim yok! Paris'te yürümek çok zevkli. Kendinizi bırakıp, bir rotanız olmadan sokaklarda dolaşırsanız bile harika şeylerle karşılaşıyorsunuz.


Opera civarındaki sokaklara girip çıkmak, Place Vendome'a uğrayarak Jardin des Tuileries'e doğru yürümek çok güzel. Madeleine tarafını da pas geçmemek gerek. Büyük markaların dükkanlarının yanı sıra küçük sürprizlerle de karşılaşabilirsiniz. Jardin'e varınca kocaman dönmedolaptan etkilenmemek mümkün değil. Hemen dönmedolabın yanındaki Librairie des Jardins de çiçek böcekle uğraşmayı sevenlerin bayılacağı bir kitapçı.


Marais ise birkaç saatten çok daha fazlasını hak ediyor. Le Marche des Enfants Rouge güzel deniz ürünleri tezgahları arasında dolaşabileceğiniz minik bir pazar. Hemen yakınındaki L'Estaminet de çok tatlı bir cafe. Sokaklarda kaybolmak için en güzel yerlerinden biri burasıydı bence Paris'in. Marais'in her sokağında alışveriş için harika küçük butikler var ama her şeyi bir arada bulabileceğiniz Le BHV Marais'e uğrayabilirsiniz. Ben oradaki kurdele reyonunu müze geziyormuş gibi gezdim.


Centre Pompidou. Şehrin ortasında sanki tüm şehrin yerin altında olması gereken boru tesisatı! Vaktinde yapılırken şehri tartışmalara sürüklemiş bu koca bina elbette daha önce gördüğüm bir şeye benzemiyor. Modern sanat müzesi olan ve sergilere ev sahipliği yapan Centre Poimpidou'ya uğrayabilrsiniz, uğramışken içinde bulunan havalı Georges cafe/restorana uğrayabilirsiniz.


Centre Pompidou'yu azıcık geçtikten sonra bu havuzun içine yerleştirilmiş sürreal şeyleri (!) incelemek de mümkün. En zevkli fotoğraf çekme yerlerinden biri buydu!


Hotel de Ville'in önünde kocaman bir buz pateni var. Bir de ışıklı müzikli atlıkarınca koymuşlar, koca meydan şenlik alanına dönmüş. Gece olunca binayı da aydınlatıyorlar, iyice şahane oluyor. Ciddi bir kalabalık var buz pateni yapan. Mutlaka uğranması gerek. Bana masal diyarı gibi geldi.



Hote de Ville'in önünden dümdüz devam edip Seine nehrinin ortasındaki mini mini adaya, Ile de la Cite diyorlar, Notre Dame'ı görmeye geçebilirsiniz. Notre Dame görmeden Paris ziyareti mi olur!



Adada bu harika orkide dükkanını gördüm. Sadece orkideler. Ne harika!


Champs Elysees daha önce de beni çok mutlu etmişti, yine çok mutlu yürüdüm bu upuzuuun cadde boyunca.




Sıcak çikolatası yerlere göklere sığdırılamayan, benim de buz gibi Paris'te mutlaka mola vermek istediğim Angelina'nın önünde kuyruk vardı. Elbette beklemedim. Bu sefer zamanım çok kısıtlı ve kıymetli Angelina, sonra görüşürüz.


İçindekileri hariç tutarsak bile kendi kendine bir sanat eseri olan Louvre'u köşeden görüp yoluma devam ettim. Bu sefer müzelere uğrayamayacağım Louvre. 


Pont des Arts demirlerine asılı kilitleriyle Paris'in sembollerindenmiş. Çiftler aşklarının sembolü olarak köprü demierlerine asma kilit takıp anahtarı nehre atıyorlar. Nehrin köprünün altında kalan kısmı arada temizleniyor mu acaba? Yoksa akıntıyla zaten gidiyor mudur anahtarlar? Peki ya köprü çok fazla ağırlaşırsa? Rengarenk kilitlerle tıklım tıklım dolmuş köprünün bende uyandırdığı romantizm bu oldu.



Bazı dükkanlara, vitrinlere bakmaya doyamadım.




Jardin de Luxembourg da şehrin bir diğer muhteşem parkı. Bu ağaç tablo gibiydi. Bu şehir içi parkları bir tek bize mi böyle muhteşem görünüyor acaba? Bizde hiç yok diye?


Eyfel Kulesi'ne uğramadan dönmeyecektim herhalde, değil mi? Sisli bir günde gittim Eyfel'e. Kimilerine göre güzel, kimilerine göre koca bir metal yığını olan kuleyi ben zarif buluyorum. Dibine kadar gidip merhaba dedim, sonra yoluma devam ettim.



70'li yıllarda Ajda'nın Enrico Macias'la beraber sahne aldığı meşhuuur Olimpia'da hala Enrica Macias mı var? Yok artık!


5 yorum:

A Cat From London dedi ki...

Pont des Art Paris'in simgelerinden ama kilitler değil, kilitler bütün Avrupa'da son on yıldır yayılan bir çılgın moda. Riga'dan Amsterdam'a, Frankfurt'tan Paris'e birçok Avrupa kentinin belli başlı köprüleri bu kilitlerle doldu. Sevgiler.

Gizem dedi ki...

Ne de güzel anlatmıssın :)

EbruG dedi ki...

Yalnız yemenin en zor tarafı insanın bir kapasitesinin olması. Yani tek başına ne kadar yiyebilirsin ki? Bir ana yemek, bir tatlı .Özellikle keşif amaçlı gidilecekse o mekana minimum dört kafadar gidilmeli ki yiyemediklerimiz gece rüyamıza girmesin :)

pelinpembesi dedi ki...

parise gideli çok olmadı ama çok özlediğimi farkettim..

Ruhsuz Atmaca dedi ki...

Paris mi? İstanbul mu? diye anlamsız bir soru sormak isterdim hahaha ama boşver, Paris iyidir tam gezilebilecek günde gezmişsin fotoğraflara bakılırsa :)))