26 Şubat 2010

Ankara'ya If geldi!

Ankaralılar olarak If 2010 açılışını bugün yaptık. Daha nice nice senelere diyelim, Ankara'da festival daha uzun sürsün, bizim başımız kel mi diyelim. Hatta film festivalleri hiç bitmesin. Vizyon devam ederken bir yandan daima film festivalleri olsun, biz de dünya filmlerini seyretmek için doktora ayarında araştırmalar yürütmeyelim vs. vs. gibi dilek ve temenni kutusu mektupları yazabilirim.
*
Bu akşam Sawan Baan Na ile başlayan maraton pazar akşamı sona eriyor.
*
Bu seneki If programım şöyle olacak:

1. Sawan Baan Na
2. The Good Heart
3. Big River Man
4. Moral Bozukluğu ve 31
5. Alle Anderen
6. Un prophéte
*
Away We Go ve Food Inc.'i zaten seyrettiğim (Food Inc.'e saati yüzünden zaten gidemeyecektim, iyi oldu) ve La Nana ile Cold Souls evde hali hazırda beklediği için onlara gitmiyorum. Soy Cuba'yı sinemada izlemeyi çok isterdim ama iş saatine denk geldiği için gidemiyorum.
*
Ankara programında gösterilmeyen güzel filmler vardı aslında If'te. Crazy Heart, Precious gibi bazı filmler Ankara'da yok (An Education da programda yok ama zaten vizyonda şu an). Crazy Heart evde bekliyor, Precious da vizyona girecek. Benim de derdim tasam bitmiş oluyor bu durumda. Bu seneki If'ten faydalanma çizelgem budur, muhtemelen teğet geçilmişler, hakkı yenmişler, zamansızlığa kurban gitmiş filmler vardır ama 2 günü çalışıyor olduğum 4 günlük gösterimde 6 filmi seyredebilirsem bu bile büyük başarı olacak.
*
Hoş geldin If. Yine gel yine gel.
Filmekimi sen de gel sen de gel.
Kızılırmak Sineması sen de uyuma. Ne güzel Ingrid Bergman gösterimi yapmıştın. Yine yap yine yap.

25 Şubat 2010

2008 yılının mayıs ayında kaydetmişim bu postu.

Post diyemeyiz gerçi. Sadece fotoğrafları yükleyip sonra bırakmışım. Pasta hits Volume I gibi olmuş. Belli bir sırası yok. Neden bu 5 fotoğrafı seçmişim bilmiyorum. Belki devamını da koyacaktım da unuttum, artık her neyse.

Sırasıyla:

1. Peppermill biftekli penne + parmesan
*
Peppermill yıllar önce mahallemize açılan şirin İtalyan restoranıydı. Evimin çevresinde bu kadar çok gidecek yer yoktu o zaman. Ayşegül bana Peppermill'in açılışını neşeli neşeli haber vermişti. Herhalde 5 yıl önceydi. O zamandan beridir ev civarında gitmeyi en çok sevdiğim yerlerden biri. Oldukça mütevazi görüntüsü altında şahane yemeklere, özellikle makarnalara imza atıyorlar. Fiyatları da muadillerine göre çok uygun. Mekanı öyle çok seviyoruz ki, Doruk buradayken 2 sene boyunca haftaiçi en az iki kere iş çıkışı buraya gider, saatlerce otururduk. Bazen yemek, bazen de yemekten sonra sadece çay içmek için. Açıldığından beri lezzetini hiç bozmadı. Hatta sadece yemekten önce masaya getirdikleri o harika focaccia için bile gitmeye değer! Henüz sadece Ankara'da olması ve ta ilk zamanlarına şahitlik ettiğimiz bir yer olması da yerini ayrı yapıyor.
2. Benim prodüksüyonum mantar domates ve maydonozlu conchiglie + dilim kaşar
*
Domatesler tam sevdiğim gibi. Kabukları soyulmuş, ateşte çok fazla öldürülmemiş, hala tadı alınabiliyor. Domatesle maydonozun şahane uyumuna bir de mantar ekleniyor. Aslında yemeklerin üzerinde kaşarı pek sevmiyorum. Sanırım mantar ve kaşarın iyi gitmesi sebeiyle kullanmışım.




3. Makkarna'nın patlıcanlı pennesi
*
Makkarna bir türlü en sevdiğim yerlerden biri olamadı. Sebebini bilmiyorum. Mekanın içi çok küçük ama yazın bahçesinde oturmak çok keyifli oluyor. Patlıcanlı penneyi koymuşum buraya ama neden bilmiyorum, bende derin izler bırakmamış. Oysa ki patlıcan ve makarna nasıl da güzel olur. Mesela Mezzaluna'nın patlıcanlı biftekli mozzarellalı rigatonisi. Mmmm. Neden koymadın Ayşe onu buraya? Evet evet mutlaka bir başka makarna serisi yapmalıyım!



4. Benim uydurmam avokadolu, taze domatesli fusilli + parmesan
*
Kendim deneyene kadar avokadonun makarnayla uyumlu olabileceğini tahmin edemezdim. Avokado bana yüzyılın en harika meyvesi gibi geliyor o yüzden onunla çeşitlemeler yapmayı çok seviyorum. Sanırım makarna fikri de böyle ortaya çıktı. Avokado ile domates de birbirlerine çok yakışıyorlar. Bu yüzden domatesi taze bıraktım. İtalya'da makarnalarda çok sık görülen bir uyulamadır bu aslında. Bize bir restoranda böyle getirseler domatesi makarnanın üzerine doğrayıp, insanlar demediği lafı bırakmaz. Ama domatesin tazesi güzeldir hatta bence şöyle biraz da roka doğrarsanız makarnanın üzerine harika bir yemeğiniz olur! Neyse, ben domates doğramışım, avokadoları gelişigüzel ufalamışım ve üzerine parmesan rendelemişim makarnanın. Şahane olmuştu biliyorum, çünkü ben bunu hep yapıyorum! Hem de toplam hazırlama süresi 10 dakika :)
*
5. Pasta nero di Sepia denen, mürekkep balığı aroması sebebiyle bu şahane rengi alan fettuccine. İtalyada yaşarken markette göz göze geldiğim her tuhaf şeyi eve getirme davranışımın sonucu. "Neli sos olur buna ya?" diye düşün düşün, sonra güvenli liman domates. Bu makarna kendiliğinden böyle siyahtı ama aslında Nero di Sepia ayrıca toz olarak satılıyor, siz renksiz makarnalarınıza katarak da bu rengi sağlayabilirsiniz. Gerçi böyle tamamen siyah oluyor mudur bilmiyorum :) Benden başka kim simsiyah bir makarna yemeye meraklı olur o da ayrı bir konu tabi :)
*
Tip olarak en parlakları olmasa da, bana göre hala en lezzetlisi avokadolu makarnam :) Aradan neredeyse 2 yıl geçmiş. Fotoğraflara bakıp bir de Volume II yapsam neler çıkar acaba? Ki aslında bu nero di sepia gibi yüzlerce hazine var İtalya klasörlerinde aslında.
*
Sizi çikolata mutlu ediyor olabilir, beni kesinlikle karbonhidrat mutlu ediyor.



Posted by Picasa

23 Şubat 2010

Erken yatma ve erken kalkma sorunum var

Her gece ilkokul çocukları gibi 9'da yatayım ve sabah aynı Amerikan filmlerdeki ideal ev kadınları gibi, belki şimdinin Bree van de Kamp'ı diyebiliriz, uykumu almış, güne bütün enerjimi depolamış bir halde başlayabileyim istiyorum.


Asla yapamıyorum. Benim 12:30'dan önce yatağa girmem söz konusu değil.


Eğer 9'da yatabilseydim, sabah erkenden kalkmayı dert etmez, uykum ile kahvaltı arasında her gün büyük ikilemlere düşmez, kendime şahane bir kahvaltı hazırlardım. Çayımı aceleyle içmez, bardağın sonunu görebilirdim. Böylece zaten günüm güzel başlardı.


Ama eğer 9'da yatsaydım, bu filmleri izleyemezdim, arkadaşlarımla buluşamazdım, örgü projem 1 yılda değil, 5 yılda biterdi! Eve geldikten sonra yemeğimi yiyip, belki biraz ailemle sohbet edip, hemen yatağa girmem gerekirdi ki, sanırım bu da ben uyuzum diye bağırmanın bir diğer şekli olurdu. Belki de o zaman, bu sağlıklı yaşam döngüsü içinde sadece salata yiyen bir insana dönüşürdüm ve galiba bu da beni iyice mutsuz eder, zaten monotonlaşan hayat içinde kendimi bir inekten ayırmam iyice zorlaşırdı. O zaman kendimi hiç sevmez ve hayatta nereye gittiğimi, nereye varmaya çalıştığımı daha çok sorgulardım. Belki bu düşünceleri kafamdan atmak için kendimi spora verirdim, böylece düzenli uyuyan, beslenmesine dikkat eden ve spor yapan bir insan olurdum ama bu tabloya, her daim kusursuz ve her dakikasını tıkır tıkır planlamış kadın tablosuna galiba çok çok sinir olurdum. O, ben olmazdı.


Hah, bir de erken kalkabilsem duşumu akşam yerine sabah almayı isterdim, güne daha iyi başlamak üzerinde kesinlikle çok etkili. Lakin, benim duştan sonra kayda değer bir süre boyunca kurutulması gereken, yarım metre uzunluğunda saçlarım var.
*
Neyse, galiba şimdilik böyle iyi. Yaşlanınca zaten kendiliğinden erkenden kalkıveriyor insan.

22 Şubat 2010

ferit




Burda güzel şeyler var böyle.

18 Şubat 2010

Bakjwi

Dün akşam nihayet Bakjwi - Thirst'ü seyredebildim. Filmekimi'nde gösterilmiş ama daha sonra salonlara uğramamıştı. Ben de neredeyse umudumu kaybedecektim ki, evin korsan film tanrısı babam, elinde filmimle çıkageldi. Babam bu işe bu kadar meraklı olmasa, seyrettiğim filmlerin onda birini bile seyretmemiş olurdum muhtemelen. Gider bulur tam istediğim, hatta bazen istediğimi bile bilmediği filmleri. (Film vizyona girecekmiş birkaç hafta sonra bu arada. Trailer tık tık.)

*
Chan-wook Park Old Boy ve en çok da I'm a Cyborg but That's OK ile kalbimi alıp Güney Kore'ye götürdü. Bir daha da geri getirmedi. Kalbim Kore'de kaldı. Cannes Film Festivali Özel Jüri Ödülü sahibi, Time tarafından 2009'un en iyi 10 filmi listesinde yer alan Thirst ile bizi sinemanın büyüsüne bir kez daha hayran bıraktığı için kendisine şükranlarımı sunarım!
*
Filme gelirsek, önce şunu söyleyeyim, vampir hikayeleri hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Uydurukluğu her karesinde yüzümüze vurulan Twilight'tan sonra da o serinin hiçbir filmini izleme gereği görmedim. Sürekli aynı ağlak suratla etrafına bakınan o kız da içimi sıkıyor zaten. Thirst de bir vampirlik hikayesi ama bildiklerinizin hepsini unutmanız gerekiyor.
*
Emile Zola'nın Therese Raquin isimli (okumadığım) romanından uyarlanan film, yer yer inanılmaz absürd, çoğu zaman hayal gücü (ve mide) zorlayan sahnelerle bezeli. Gel gör ki filmden, daha ilk dakikadan itibaren gözünüzü alamıyorsunuz. Hikaye çok enteresan ve ayrıca film teknik olarak mükemmel. Bilimsel araştırmalar yapılan bir kliniğe gönüllü olarak yatan bir rahip, kan nakli sırasında vampire dönüşüyor. Kana olan arzusu, etik değerleriyle çarpışan rahip, susuzluğunu gidermek için insanlara mümkün olan en az zararı vermeye çalışıyor. Daha sonra bir çocukluk arkadaşının karısıyla yakınlaşmasını takriben rahibin etik değerlerle savaşı iyice çetinleşiyor. Karakterlerin değişimini izlemek gerçek anlamda bir şölen. Filmin sonlarına doğru izlediğimiz "misafirlik" sahnesi ise uzun süre aklımdan çıkmayacak. Ok-bin Kim ve Kanh-ho Song'un oyunculukları insanı kendine hayran bırakıyor.
*
Kan görmeye dayanıklı olmayanların kesinlikle filmin 50 metre yakınından geçmemesi gerekiyor. Annem birkaç oflamadan sonra, sanki filmi babamla ben çekmişiz gibi "Manyaksınız siz!" diyerek oturma odasını terk etti :) "Sırf kan görmeye değil (vampir filminde kan olacak elbet), birçok rahatsız edici sahneye hazırım, büyüle beni Chan-wook!" diyorsanız koltuğunuza yaslanıp keyfini çıkarın. Yalnız filmde çok fazla erotik sahne var. Bu sahneler bitmek bilmiyor, çok uzun. Belki de babamla seyrettiğimiz için öyle gelmiş olabilir :) Demeye çalıştığım şu ki, bu öğeler yüzünden bence bu film vizyonda birçok makas darbesine kurban gider. Siz en iyisi filmi kendi imkanlarınızla bulup izleyin.
*
Filmden sonra yönetmenin gerçekten de çatlak olduğu konusunda hemfikirdik. Varsın çatlak olsun. Bizi şaşırtsın, aklımızı başımızdan alsın. Zaten ne oluyorsa "normal" görünen insanlar yüzünden olmuyor mu?

17 Şubat 2010

new york



Bu blog bana senelerdir hayaller kurduruyor.

16 Şubat 2010

Herkes gerçekten iyi mi?

Dün akşam eğlenceli bir film olacağını düşünerek Robert de Niro'lu Everybody's Fine'ı seyrettik evde.
*
Ben Pazartesi günleri genelde üzerimden tır geçmiş gibi oluyorum. O yüzden babam bu filmi seyretmemizi önerince kafamda oluşan plan, filmin beşinci dakikasında, çok sevdiğim şekilde televizyon karşısında uyuyakalmaktı. Ama durum böyle gelişmedi.

*
Filmin 30. saniyesinde annem, Ben bu filmi hatırlıyorum. Daha hafta sonu aklıma gelmişti; tekrar seyretmeyi ne kadar çok isterim, beni çok etkilemişti diye düşünmüştüm, dedi. Babam ve ben daha 30. saniyede bu kadar tesadüfün fazla olduğuna kanaat getirerek güldük. Elbette annemin Mit ajanı ya da uzaylı olduğuna dair önceden aldığımız sinyallerin hepsini yine unutuvermiştik! :) Annem haftasonu yıllar önce izlediği bir filmi hatırlamış, onu tekrar seyretmeyi dilemiş ve bizim dandik Hollywood eğlencesi diye düşündüğümüz film birden o film çıkıvermişti.
*
Film çok güzeldi. Belki de tamamen beklentisiz başladığım için böyle oldu. Elbette uyuyamadım. O 7.4'lük puanın klasik bir Hollywood filmi için çok yüksek olduğunu tahmin etmeli ve bir komedi beklememeliydim.
*
İnsanın çocuklarıyla gurur duymak istemesi çok normal ama aslında en nihayetinde onu en çok mutlu eden çocuklarının mutlu olması. Film bu tema üzerinde öyle sade, öyle incelikli dönüyor ki bir an önce çocuk sahibi olup, onları ne olmak, ne yapmak istiyorlarlarsa o yönde desteklemek istedim. Neyse ki bu his sabaha geçti :)



Filmin orijinali Giuseppe Tornatore'den 1990 yapımı Stanno Tutti Bene. Kim bilir nasıl güzeldir.



Hala gösterimde olan Everybody's Fine'ı izlemenizi öneririm. Elektrik telleri artık elektrik telleri değil :)

15 Şubat 2010

quiz






Burası Italic.


















Burası Çengelhan.






Peki bu ne acaba?

12 Şubat 2010

Casita

Ankara'ya sonunda açılan Casita çok şirin bir yer olmuş.
Servis kağıtları bile çok şeker.
Brüksel lahanası memeli kız var, domates memeli kız var.Duvarlar, aksesuarlar, sandalyeler, kanepeler.. Hepsi çok güzel olmuş.
Masalar biraz birbirine yakın ama o kadar da dert değil, abartmaya gerek yok.
Burası yüzünden iki gündür üst üste mantı yedim.
Hiç akıl var mı sende Ayşe?
Her gün mantı yenir mi?

Bu üçlü şey harika. Adı Trio. Casita'nın 7 çeşit mantısından istediğiniz üçüyle kombinasyon yapabiliyorsunuz. Soldan sağa: Hadise (Fesleğenli), Bildiğimiz mantı, Casalinga (patlıcanlı, sebzeli). Hepsi harikaydı gerçekten. Biraz daha sıcak servis edilebilir miydi acaba sadece?

Bir önceki gün de bundan yemiştim.
Sonra Nevra'yla Gizem bundan yediler.
Meşhur Feraye.
Nevra güya aç değildi, tabaktaki 3 dakikada bitti.

Mantı üzeri Türk kahvesi üzeri bir de tatlı.
Tatlının adı Huysuz Virjin Tatlısı'ymış, tarifi ondan almışlar.
Galiba 2000 kalori.
Bak bunu yemesek de olurdu ama yeterince karbonhidrat almadığımıza kanaat getirmiş olmalıyız.
Şimdi ilk yapılacak şey dünyada en çok mantı seven insan olan annemi buraya götürmek.

Biz buraya çok sık gidecekmişiz gibi bi his var içimde.
Hoş geldin Ankara'ya Casita!
Casita'nın telefonu: 4462100

11 Şubat 2010

moşi moşi


Dev bonzainizin alakasız bir yerinden sürgün verdiğini görmek paha biçilemez.
Gidip o üç yaprağı sevmemek için zor tutuyorum kendimi.
Aramızda ciddi bir bağ oluştu bonzai ile.
Bana doğru bakan tarafı sürekli yeni minicik yapraklar veriyor.
Diğer taraftaki dallar kuruyor.
Belki de konu benimle değil de o tarafın kalorifere yakın olmasıyla ilgilidir :)
Bonzai mi bonsai mi? Ama söylerken bonzai diyoruz.
*
Bir de Ayşegül dün 4.3 kg ağırlığında bir kız çocuğunun halası oldu!
Bebeğin elleri ve ayakları minik poğaçalara benziyor, çok tatlı :)

10 Şubat 2010

Ankara'da yeni denenecekler.

Ara ara benim de söylediğim gibi Ankara gri oluyor kışın. Herkes de bu yeni bir şeymiş gibi gri gri gri diyor. İyi anladık gri, hayret bir şey. Bukalemun muyuz arkadaşım, şehir gri diye biz de gri olmak zorunda mıyız? Şehirde açılan yeni yerler var, benim rengarenk battaniyem var, kırmızı paltom var etc. etc. Sensin gri.

1. Italic

Bestekar Sokak'ta eski Subway'in yerine açılmış. İçerisi çok güzel görünüyor. Hala Facebook'taki sayfası dışında bir web sitesi sahibi olmaması düşündürücü ama gidilecek, görülecek, yenecek, içilecek.

2. Casita

İstanbul'un mantıcısı buraya geldi. Gidenler pek mantıcı gibi değil, bildiğin içkili restoran olmuş diyorlar. Filistin Caddesi'nde Gar Lokantası'nın az ilerisindeymiş. Burası öğle arasında denenecek. Bir web sitesi var ama, bir işe yaramayan cinsten, telefonuna ulaşmak isteyen olur diye link verdim yine de.

3. Ninda

Tunalı'da Biziz'in olduğu binanın altında Akün'e doğru gidilen tarafta. Yerin dibinde bir girişi var ama güzel görünüyor. Burayı akşam yemeği için deneyeceğiz.

4. Bon

Arjantin Caddesi'nde eski Kuki'nin yerinde. Eskinin hip şimdi pabucu dama atılmış caddesinde Cafemiz tek başına kalmıştı, karşısına komşu gelmiş, cadde belki yine canlanır. Baron Meshkin ve Şemsettin Usta ortaklığı. Yemeklerden kötü bir şey çıkmadığına eminim. Yine web sitesi yok.

*

Geçen Cuma akşam yemeğe nereye gitsek diye konuştuk konuştuk, bütün bu üsttekileri gözden geçirdik. Sonra kalktık, bize yakışır şekilde Quick China'ya gittik. Ama harikaydı yine :)

9 Şubat 2010

how i wish, how i wish i was there.

Tim Burton'ın MOMA'daki sergisi 26 Nisan'a kadar devam ediyor.

Siteyi incelemenizi tavsiye ederim.

Üzülerek bildirim, gidemeyeceğim.
Tabii ki gidemeyeceğim.

Çok üzülerek.

help help help

Benim battaniyem de aynı yandaki gibi rengarenk karelerden oluşuyor ama ben kareleri oluştururken birbirine ekleyerek gitmedim. Şu anda birbirinden bağımsız 210 kadar karem var. Karelerimin etrafı beyaz değil, hepsi farklı renkte. Aralarını beyazla birleştirmeye karar verdim ama karelerin çevrelerine bir sıra da beyaz geçmek istemiyorum kareleri daha da büyütmemek için. Aynı yandaki gibi birleştirmek istiyorum ama nasıl olacağına dair hiçbir fikrim yok. Bir yardım edecek var mıdır acaba?

8 Şubat 2010

Haberler haberler!

Hoks Hürriyet'in yaptığı "Bu kışın en eğlenceli 10 barı" listesine girdi!!!







*
*

MAG MAG MAG MAG Şubat! Sevgililer Günü hakkında plan program yapacak olanlar için kutsal kitap olarak saklanabilecek, benim de Şubat ayının tuhaflıkları ve Sevgililer Günü hakkkındaki çok mühim fikirlerimin yer aldığı sayı çıktı!

5 Şubat 2010

kitap için

Senenin ilk güzel haberi (Emiliana Torrini'yi sayamıyorum maalesef) Cumhuriyet Kitap'tan geldi. Selçuk Altun'un elinden çıkma kutsal kitabım Kitap İçin'in ikincisi geliyormuş. Nisan ayında piyasada olacakmış. Aklından geçen her cümleye tapınmaya yakın hisler beslediğim Altun'un Cumhuriyet'in Kitap ekinde yazdığı yazılardan oluşan kitap, hayat boyu belli aralıklarla okunabilir, verdiği enteresan bilgilere her seferinde aynı hayranlıkla bakılabilir.
*
2010, bu bana ilk hediyen olsun.

4 Şubat 2010

maşallah :)

Dünyaya anne, eş vb. olmak için gelmiş kadınlar var. Bu tip dişiler daha çocukluk yaşlarından itibaren diğerlerinden ayrılırlar. "Ben büyüynce anne olucam" derler, sokakta gördükleri hiç tanımadıkları çocukları severler, böyle mesela benim bilmediğim usulden lafları pat diye söylerler.. "Allah bağışlasın, Allah analı babalı büyütsün, maşallah" vb. Bak bu maşallah konusu çok hassas mesela. Ben bir çocuğu sevip de, etraftakilerden "maşallah de maşallah de!" diye azar işittiğimi bile bilirim. İyi peki maşallah, çocuğunuz çok şirin de, herkesin çocuğu şirin yani.. Şu an nazarım değmez çocuğunuza çünkü ben hala en fazla 1 saat vakit geçirebiliyorum çocuklarla. Eskiye göre daha çok seviyorum ama 1 saat iyi bir süre bence. Neyse. Zaten benim istediğim çocuklar Asya'nın bozkırlarında başka ailelere doğmuşlar çoktan. Buradan onlara "Hayatımda gördüğüm en şirin şeylersiniz, Allah analı babalı büyütsün, isterseniz Türkiye biletinizi alıp gönderirim, sizi nüfusuma geçiririm, mutlu mutlu yaşarız, hep şarkı söyleriz." diye seslenmek istiyorum. Çekik gözlü çocuk sahibi olmak için yeterince sushi yemek bir çözüm olur mu? :P



Youtube'e erişemeyenler için link. Şarkının orijinali için link.




Youtube'e erişemeyenler için link.

3 Şubat 2010

oscar adayları açıklandı.

Ben bu sıralar Up filminin içine girsem, orada yaşasam çok güzel olacağını düşünüyorum. Böyle evimle beraber havalansam başka bir kıtaya gitsem oooh her şeyden uzak. Neyse.
*

82. Oscar ödül töreni 7 Mart'ta Kodak Theatre'da yapılacak. Geceyi Alec Baldwin ve Steve Martin sunacak.
*

Aday filmlerden seyretmediklerim var ama şimdiki tahminlerim aşağıdaki gibi. Up in the Air'in bu kadar çok dalda aday olmasına hiç anlam veremiyorum. En iyi film, en iyi erkek oyuncu, en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi özgün senaryo ve en iyi yabancı film dallarında sürpriz olacağını sanmıyorum. Gerçi ben tahminlerin bir kısmını tamamen kendi keyfime, bazılarını da Akademi'nin yıllardır şaşmayan seçim kriterlerine göre belirledim ama geçmiş yıllardaki tecrübelerime göre %70 tutturursam bile başarı.

2009 yılı Oscar tahminlerim:

EN İYİ FİLM (Wowww, 10 film aday bu sene! Benim gönlümden Up geçiyor ama bu dalda ödül animasyona gitmez biliyorum.)

Avatar
The Blind Side
District 9
An Education
The Hurt Locker
Inglourious Basterds
Precious
A Serious Man
Up
UP in the Air

EN İYİ ERKEK OYUNCU

Jeff Bridges, 'Crazy Heart'
George Clooney, 'Up in the Air'
Colin Firth, 'A Single Man'
Morgan Freeman, 'Invictus'
Jeremy Renner, 'The Hurt Locker'

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU

Matt Damon, 'Invictus'
Woody Harrelson, 'The Messenger'
Christopher Plummer, 'The Last Station'
Stanley Tucci, 'The Lovely Bones'
Christoph Waltz, 'Inglourious Basterds'


EN İYİ KADIN OYUNCU ADAYLARI (Ben Meryl Streep alsın istiyorum.)

Meryl Streep, 'Julie & Julia'
Sandra Bullock, 'The Blind Side'
Carey Mulligan, 'An Education'
Helen Mirren, 'The Last Station'
Gabby Sidibe, 'Precious'


EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU ADAYLARI (Penelope alsın istiyorum.)

Penelope Cruz, 'Nine'
Vera Farmiga, 'Up in the Air'
Maggie Gyllenhaal, 'Crazy Heart'
Anna Kendrick, 'Up in the Air'
Mo'nique, 'Precious'

EN İYİ YÖNETMEN (Kathryn Bigelow James Cameron'un eski karısıymış. Hay maşallah.)

James Cameron, 'Avatar'
Kathryn Bigelow, 'The Hurt Locker'
Quentin Tarantino, 'Inglourious Basterds'
Lee Daniels, 'Precious'
Jason reitman, 'Up in the Air'

EN İYİ UYARLAMA SENARYO (Up in the Air almasın da kim alıyorsa alsın diyorum.)

District 9
An Education
In the Loop
Precious
Up in the Air

EN ÖZGÜN SENARYO (Yüzde yüz Up!)

The Hurt Locker
Inglourious Basterds
The Messenger
A Serious Man
Up

EN İYİ YABANCI FİLM (Yüzde yüz The White Ribbon.)

İsrail, Ajami
Arjantin, El Secreto de sus Ojos
Peru, The Milk of Sorrow
Fransa, Un Prophete
Almanya, The White Ribbon

*
*

Evet tahminler böyle. Bakalım ne kadarı tutacak. Bakalım Mart'a kadar tahminlerim değişecek mi. Bakalım Mart'a kadar daha neler neler değişecek.

1 Şubat 2010

Ankara Ankara güzel Ankara :)

Emel de yazmış.

Bugün öğle arasında şöyle çok komik bir olay yaşadık:

Ben dün kahkül kestirdiği yazmıştım. Emel de bugün işe giyeceği kıyafetin fotoğrafını bloga koymuştu, sabah okumuştum.

Bugün öğlen aniden karşılaşınca o benim kahkülüme şaşırmadı, "okumuştum zaten çok güzel olmuş" dedi; ben de bugün üzerinde olan kıyafeti çoktan bildiğimi söyledim, çok komik oldu. Birbirimizi görmeden her şeyi biliyoruz, ne tuhaf :)

Ankara, insanların hayatında tesadüflere koskocaman yerler açıyor. Tesadüfler çok eğlenceli.

bu bir band kaydıdır.

Siz zaten biliyorsunuzdur ama ben bir kez daha söyleyeyim. Domatesleri soymak zor bir iştir. Bu sebzenin kabuğu, dünyadaki en yapışık kabuktur ve yeterince ince ya da yeterince kalın soymak büyük beceri ve özen ister. Siz hala kalın kalın soyduğunuz kabuklara mutsuz mutsuz bakıyorsanız, artık üzülmenize gerek yok! Neyse ki Ayşe's World tembellere yol göstermek için her zaman burada! Üzerine 2-3 çentik atarak derince bir kaba koyduğunuz domatesleriniz üzerine kaynar su döküp, 2 dakika bekletirseniz aynı yan fotoğraftaki gibi kabuğu kendiliğinden soyulmuş ve içinde pürüzsüz dış yüzeyi ile sizi bekleyen domateslere sahip 0lursunuz. Eh bir zahmet kabukları ucundan tutup, domatesin üzerinden sıyıracaksınız. Domates benim kutsal yiyeceğim olduğu ve genelde ısıra ısıra elma gibi yediğim için pek kabuğunu soymaya gerek duymuyorum ama pişirilecek ya da soslar için kullanılacaksa kabuk çok rahatsız edici oluyor. Kışı sevmemek için en önemli sebeplerden biri domateslerin tadının saman gibi olması.. Hazır bu konuya değinmişken bir kolaylaştırıcı detay daha vereyim. Patates kabuğu soymak için de benzer şekilde patatesin üzerini boydan boya çiziyorsunuz. Daha açıklayıcı olmak gerekirse, sıfır derece meridyeni gibi koskoca bir halka ile çevreliyorsunuz patatesi. Elbette boyuna şekilde. Bu şekilde yumuşayana kadar kaynatıyorsunuz ve daha sonra hazırladığınız buzlu suya atıp 2 dakika kadar bekliyorsunuz. Ve iki parça halinde kabuğu patatesin üzerinden alıveriyorsunuz.. Avokadoyu soymak için de Youtube'de oldukça faydalı videolar var. Ufak şeyler, ama zaman kazandırıyor.


Cumartesi sabah krep yaptım. Hiç şaşmayan ölçü ile gayet lezzetli oldu. Bu sefer değişiklik olarak A harfli yaptım, oldu :) Evet biraz yamuk yumuk ama tamamen kepçe ile tavaya damlatma konusundaki anlık reflekslerle bu kadar oluyor. Ebru sanatçısı sanabilirdiniz beni görseydiniz. Kreplere en çok yakıştırdığım şey beyaz peynir ya da Pınar beyaz. Üstte soyulmuş domatesler de daha sonra domates biber karışımı oldu..
*
Ben haftasonu kahkül kestirdim. Benim gibi senelerdir aynı renk ve model saça sahip biri için çok radikal bir değişiklik. Kuaförden çok memnun çıktığım nadir zamanlardan biri buydu. Sanki yaşım küçülmüş gibi oldu biraz :) Annemle babam sürekli "ayyy küçük Ayşe gibi olmuşsun!" diye beni seviyorlar. Benim de hoşuma gitti tabi bu..
*
Bu yazıyı iyi ki Pazar sabah yazmışım diye düşündüm şu an. Yoksa şimdi yazamazdım.