24 Şubat 2019

91. Oscar ödüllerini dağıtıyorum

Bu blogun geleneklerinden biri de Oscar tahmin yazısıydı. En son 3 yıl önce tahmin yazısı yazmışım, o sıralar işim de filmlerle ilgiliydi. O yazıyı yazdıktan kısa bir süre sonra doğum iznine çıktım ve sonrasında Digitürk'te İçerik departmanındaki film ve dizi alımları alanındaki işime geri dönmedim. Sinemaya ve filmlere olan aşkım zaten işten çok öncesine dayanıyor ve işten ayrılınca da elbette devam etti. Hatta daha huzurlu devam etti diyebilirim :) Bir konu işin olunca ona artık tamamen keyfi bakmak mümkün olmuyor. Sinemada mutlu mutlu film izleyecekken jenerikte ismi yazan firmalardan biriyle acilen tamamlanması gereken kontrat birden aklına geliyor, sonra hadi konsantre ol da filmi izle :) Neyse, ben bu sektörün içinde olmayı çok sevdim ama belki de bütün gün onlarla haşır neşir olmadığım için filmleri daha rahat kafayla izleyebiliyorum.

Oscar benim için her zaman heyecanlı. Ne kadar Hollywood'a saydırsam, ödüllerdeki katakullilere, politik yaklaşımlara sinir olsam da kabul etmek gerekiyor ki bu gece sinemanın en görkemli gecelerinden biri. Filmlerin tamamını izledim ve sonuçlar için heyecanlıyım. Bu yıl tuhaf ve tarıştmalı bir tören olacak, orası kesin. Tahminlere geçmeden önce bu tuhaflıkların kısaca üzerinden geçtim. Hadi başlayalım o zaman.

Tuhaflık 1:

Roma hem en iyi film, hem de en iyi yabancı film kategorisinde aday. Filmi beğenip beğenmemekten tamamen bağımsız olarak bu durum bana aşırı saçma geliyor. Roma, tamamı Meksika'da geçen, tamamı İspanyolca bir film ve bence bu nedenle sadece yabancı film ketegorisinde değerlendirilmesi gerekiyor. Küçük bir not olarak: Bir filmin Oscar değerlendirilmesine alınması için böyle bir dil kısıtlaması (kağıt üzerinde) yok. Filmin Los Angeles'ta sinemada gösterime girmiş olması yeterli. Benim gibi filmin diline ve geçtiği ülkeye bakıp da "Ne alaka şimdi?" diyen yok :) Elbette ABD yapımı filmler Akademi'nin gözünde her zaman öncelikli ve yabancı filmler için en iyi film kategorisinde yarışabilmek büyük başarı. Oscar tarihinde şu ana kadar Roma da dahil, sadece 10 tane yabancı film en iyi film ödülüne aday gösterilmiş ama daha önce hiçbir film ödül alamamış. Eğer Roma en iyi film seçilirse, bu yabancı dildeki bir filmin bu ödülü ilk kez kazanacağı tarihi bir an olacak. Filmin yönetmeni Cuaron daha önce Gravity ile en iyi yönetmen ödülü almıştı, o yüzden onun için bir ilk olmayacak.

Burada Cuaron'a açık şekilde torpil geçildiğini düşünen tek kişi ben değilimdir herhalde. Çünkü bu sene en iyi yabancı film kategorisi oldukça sağlam ve bu durumda özellikle Cold War ya da Shoplifters filmlerin, de en iyi filmler arasında görebilmeliydik.

Peki şu karışıklığı nasıl önlemeyi düşünüyorlar acaba? Oldu ya, Roma en iyi film ödülünü aldı ama en iyi yabancı film ödülünü başka bir film kazandı. E bu durumda o yabancı film, Roma'dan daha iyi bir film demek olmayacak mı? En iyi filmi Roma'ya veriyorsan, en iyi yabancı filmi de mecburen Roma'ya vereceksin sevgili akademi. Biraz "Eyyy Akademi" gibi oldu ama gerçekten böyle olmayacak mı?

Son olarak şunu da ekleyip Roma konusunu kapatayım: Roma bir Netflix filmi ve en iyi film ödülünü bir Netflix yapımının kazanması sektörün dönüşümüne de işaret ediyor. Büyük filmler büyük stüdyolardan çıkıp (Fox, Universal vs) önce tiyatroya sonra televizyona/diital platforma geçer(di). Artık sinemayla eş zamanlı dijital yayınla sinema salonlarında git gide daha az film izlenecek demek olabilir mi? Sinema sektörünün en önemli gecesinde sinemayı bir şekilde öldürecek bir oluşumun filmine ödül verilmesi bu anlamda da çok önemli.

Tuhaflık 2:
Bu sene törenin bir sunucusu yok. Daha önce komedyen Kevin Hart'ın töreni sunacağı açıklanmıştı ama kendisinin homofobik tweet'leri ortaya çıkınca şutlandı. Aslında bu olayın üzerinden uzunca bir süre geçti ama yerine kimse konmadı nedense. 50 civarı ünlü isim (o ne öyle ya, sektör kaç kişi ki zaten?) gece boyu sahnede olacak, ödülleri dağıtacak. 

Tuhaflık 3:
4 tane oldukça önemli ödül bu sene televizyonda canlı yayın sırasında verilmeyecek. Ne zaman verilecek biliyor musunuz? Reklam aralarında! Kaç saat yayın yapıyorsunuz (3), bu 4 kategori mi size çok geldi Eyy Akademi. Kategorilerin bir kısmı da oldukça önemli kategoriler bu arada. Kurgu (Film editing), Sinematografi, Saç ve Makyaj ve live-action kısa film ödülleri canlı yayında izlenmeyecek. Sektörden inanılmaz büyük bir tepki geldi tabii bu karar sonrasında. Amaç yayın süresini kısaltmak ama yine de oldu mu böyle?

İşte böyle tuhaf bir tören izleyeceğiz.

Çok konuştum, tahminlerime geçiyorum. Maviler bence kim alır, kırmızılar bence kim almalı. Eğer ikisi aynıysa kırmızı.


En iyi film:
“Black Panther”
“BlacKkKlansman”
“Bohemian Rhapsody”
“The Favourite”

“Green Book”
“Roma”
“A Star Is Born”
“Vice”

Roma alırsa yukarıda bahsettiğim karışıklıklar gündemde ama kabul etmeliyiz ki şansı çok yüksek, elbette ödülü hak ediyor da. Bence Green Book bu ketegorinin kazananı olmalı ama The Favourite alırsa da şaşırmam. A Star is Born alırsa üzülürüm bak. Filmin adını duyunca aklıma Lady Gaga'nın sürekli ağladı ağlayacak suratı dışında bir şey gelmiyor. Bohemian Rhapsody'ciler bana kızmasın ama bence filmi 50 kez izleyebilecek olsam da, en iyi film olarak değerlendirilmek için biraz zayıf kalıyor.

En iyi erkek oyuncu:
Christian Bale, “Vice”
Bradley Cooper, “A Star Is Born”
Willem Dafoe, “At Eternity’s Gate”
Rami Malek, “Bohemian Rhapsody”
Viggo Mortensen, “Green Book”

Rami alsın. Oscar'ın habercisi olarak bilinen SAG ve Altın Küre'de Rami'ye gitti, o yüzden şansı çok yüksek. Sürpriz gelirse Christian Bale'den gelir sanki. O da Vice'da Dick Cheney olarak çok başarılıydı (Christian Bale'i başarılı buldum, bana bak bana!) ama bence Oscar bu role gitmesin. Son olarak ödülü Bradley Cooper almasın lütfen, diğer herkes olabilir. 

En iyi kadın oyuncu:
Yalitza Aparicio, “Roma”
Glenn Close, “The Wife”
Olivia Colman, “The Favourite”
Lady Gaga, “A Star Is Born”
Melissa McCarthy, “Can You Ever Forgive Me?”

İşte bu kategori belli ki canımızı sıkacak. Ödül Olivia Colman'ın hakkı ama şu ana kadar bolca aday olmuş ve hiç ödül alamamış Glenn Close'un kalbini kazanacaklar sanki. Dur bakalım belki de öyle olmaz. Kimin almasını istemiyorum siz biliyorsunuz. Lady Gaga'nın bu adaylar arasında ne işi var, ben gerçekten anlamıyorum. Onu atıp Cold War başrolünü buraya transfer etmek istiyorum.

En iyi yardımcı erkek oyuncu:
Mahershala Ali, “Green Book”
Adam Driver, “BlacKkKlansman”
Sam Elliott, “A Star Is Born”
Richard E. Grant, “Can You Ever Forgive Me?”
Sam Rockwell, “Vice”

Çok büyük sürpriz olmazsa ödül Mahershala Ali'nin, öyle de olmalı bence. Richard Grant'in performansına bayıldım ve bence o da kesinlikle ödüle layık ama rekabetten Ali galip çıkar. 

En iyi yardımcı kadın oyuncu:
Amy Adams, “Vice”
Marina de Tavira, “Roma”
Regina King, “If Beale Street Could Talk”
Emma Stone, “The Favourite”
Rachel Weisz, “The Favourite”

Bu kategoride konuşacak fazla bir şey yok. Regina King' verin, biz de bravo Akademi'ye diyelim.

En iyi yönetmen
Spike Lee, “BlacKkKlansman”
Pawel Pawlikowski, “Cold War”
Yorgos Lanthimos, “The Favourite”
Alfonso Cuarón, “Roma”
Adam McKay, “Vice”

Hah işte burada ödülü Roma alsın, yerden göğe kadar haklı olsun. Romaşüphesiz senenin en etkiyelici filmlerinden biriydi ve Cuaron filmle kendi çocukluğuna selam gönderdiği için de bence en "ruhu olan" filmdi aynı zamanda. İçimden bu ödülü Cold War ile Pawel Pawlikowski alsın diye dua edeceğim, çaktırmayın.

En iyi uyarlama senaryo:
“The Ballad of Buster Scruggs,” Joel Coen , Ethan Coen
BlacKkKlansman,” Charlie Wachtel, David Rabinowitz, Kevin Willmott, Spike Lee
“Can You Ever Forgive Me?,” Nicole Holofcener and Jeff Whitty
“If Beale Street Could Talk,” Barry Jenkins
“A Star Is Born,” Eric Roth, Bradley Cooper, Will Fetters

Bakalım görelim.

En iyi orijinal senaryo:

“The Favourite,” Deborah Davis, Tony McNamara
“First Reformed,” Paul Schrader
“Green Book,” Nick Vallelonga, Brian Currie, Peter Farrelly
“Roma,” Alfonso Cuarón
“Vice,” Adam McKay

Bakalım görelim. 

Sinematografi:

“Cold War,” Lukasz Zal
“The Favourite,” Robbie Ryan
“Never Look Away,” Caleb Deschanel
“Roma,” Alfonso Cuarón
“A Star Is Born,” Matthew Libatique

İkiniz de şahanesiniz beyler. Cold War'un şanssızlığı Roma'yla aynı yıla denk gelmek oldu. Bu ara sinematografi'de 5 adaydan 3'ü yabancı filmler. Burada Akademi'nin hakkını verelim, bravo.

En iyi yabancı film:

“Capernaum” (Lebanon)
“Cold War” (Poland)
“Never Look Away” (Germany)
“Roma” (Mexico)
“Shoplifters” (Japan)

Bu benim en sevdiğim ve en heyecanlandığım kategori. Bu yıl bence filmlerin hepsi şahaneydi ve izlemediyseniz hepsini izlemenizi öneririm. Dünya sineması kesinlikle Amerikan sinemasından daha ilham verici. Ödül bence Roma'nın ama hepsi alabilir (kalbim Cold War'da kaldı, fark etmişsinizdir..)

İşte böyle. Yarın sabah uyandığımızda ödüller dağıtılmış olacak. Bakalım sürprizler olacak mı? :)


19 Şubat 2019

Mektup

Selam tatlım,

Senin geleceğini öğrendiğimden beri günlük tutuyorum aslında ama burada da bir şeyler olsun istedim. Başlarken düşünmediğim kadar duygusal bir şeyler çıktı ortaya; o yüzden aslında yayınlamaycaktım ama sanki bu yazı bir taslak olarak kalmayıp, internette bir yerlerde olursa daha güvende olur, kaybolup gitmez gibi geldi.

Gelmene 11 hafta kaldı ve sana hala isim bulamadık. Aklımızda isimler var ama hala kesinleştiremedik. Umarım sen doğduktan sonra seni aylarca isimsiz gezdirmeyiz!

Artık 6 aylıktan daha büyüksün, 1 kiloyu geçtin, Ultrasonda yüzünü, hareketlerini görüyoruz. Gün içinde hareketlerin o kadar belirgin ki beni güldürüyorsun, yerinde hiç durmuyorsun. Karşdan bile belli oluyor, karnım şimdiden sürekli hareket halinde. Bu beni ne kadar mutlu ediyor anlatamam. Senle hep konuşmaya çalışıyoruz ve sen şimdiden seninle konuşunca cevap veriyorsun. Yanımıza gelmene ve hayatımızı tamamen değiştirmene 3 aydan az kaldı. Umarım 2016'nın Nisan ayı ortasında seni sağlıkla dünyaya getirebilirim ve sonrasında da dilerim ki dünyada geçireceğin zaman senin için dolu dolu ve çok güzel olur. (ve iki koç burcu birbirimizi çıldırtmadan aynı evde yaşamayı becerebiliriz.)

Senin için hep hayaller kuruyorum ama benim yapamadıklarımı sen yap diye değil. Her şey istediğin gibi olsun, aslında bir fındık kabuğu kadar olan bu dünya senin olsun, ondan istediğin gibi faydalan, sıkışıp kalma diye.

Seyahat etmeyi çok sev. Dünyayı merak et, her şeyi merak et, gidebildiğin en uzaklara git -ama sonra geri gel :) - Babanla en çok zevk aldığımız şey hep seyahat etmek oldu, artık seninle seyahat etmek için de çok heyecanlanıyoruz. En çok nereleri seveceksin acaba?

Bunu söylerken korkuyorum ama her şeyi dene, çekingen olma, cesur ol, sorularla dolu ol, sakın  yuvarlanıp gitme. Hayatın sana getirdikleriyle sürekli kavga etme ama sakın önüne konan her şeye de razı olma. Ne kadar çok insanın yuvarlanıp gittiğine şaşıracaksın. Memnun olmadığın şeyleri  değiştirmek için gayret et. Atalet en kötü hastalık ve ancak bu şekilde yerinde saymayıp, kendine yeni  kapılar açabilirsin.

Damak tadını geliştir (bu konuda biz elimizden geleni yapacağız). İyi yemek yemek seni mutlu edecektir, ruhunu besleyecektir. Öğünlerini geçiştirme, hepsini keyifle ye, iştahla geçirdiğin günler için mutluluk duy. Sen yeterince büyüdüğünde birlikte rakı sofraları kuracağız, uzun sohbetler edeceğiz. Eğer biz hala böyle olursak, belki şehirde birlikte keşifler yaparız! (Annen şu an 6 aylık hamile ve seni öğrendiğinden beri çok sevdiği rakıyı hiç içmedi. Sen büyüyünce yapacağımız rakı sofrası sohbetleri şahane olacak ama dürüst olmak gerekirse şu an o zamana kadar seni uyutup arkadaşlarıyla çıkacağı yemeklerin hayalini kuruyor! )

Sinirli ve asabi bir insan olma. Öfkesini bastıramayan insanlar ilkel ve etrafına saygısı olmayanlardır. Bu sana hiçbir şey kazandırmaz, sadece etrafındakilerin kalbini kırar. Bu ülkede erkekler hep sinirli, sokaklarda hep gerginlik ve tartışma var. Kendini bunlardan uzak tut isterim. En çok kendi ruh sağlığın ve etrafınla ilişkilerin için.

Kadınları sev, gerçekten sev. Bu ülkede neleeeer neler göreceksin. Kıskançlığın sevmek, sahiplenmenin karşındakini sana ait sanmak gibi algılandığını öğreneceksin. Kadınların erkekleri idare etmek için dünyaya gelmediğini bilmen gerek, kimseye böyle bir misyon yükleme, bunun aşka sevgiyle hiç alakası yok çünkü. Sevgine layık bulduğun insanları herkesten ayrı tut. İnsanlar, özellikle erkekler en yakınlarına daha hoyrat davranabiliyor. Bunu yapma, el iyisi olma. En çok yakınlarına iyi davran, bırak dış kapının mandalları seni sevmezse sevmesin. Doğru kararlar verirsen, kadınlar sevgini hşssettiklerinde sana zaten koşulsuz sevgiyle karşılık verecektir. Unutma ki herkes kendi evinin bir tanesi. Sen nasıl ki bizim için hep dünyanın en değerli varlığı olacaksan, o insanlar da birileri için öyle. Çok sevdiğin ve seni çok seven birileri karşına çıktığında onları kaybetmemek için elinden geleni yap. Hayatta aslında herkes bunun peşinde, bunun ne kadar erken farkına varırsan o kadar iyi. Yanındaki insan gurur duyacağın biri olsun, seni yukarı taşısın, sana bir şeyler öğretsin, ufkunu açsın. İnsanlar birbirlerini çok kolay aşağı çekerler. Sana bunu yapamasınlar, ucuza gitme yani yavrum :) Hak ettiğine inandığından daha aşağısına razı olma. Kendini önemse, değerini en çok kendin bil ki karşındakiler de sana öyle davranabilsin. Hayat kısa ama aslında bir o kadar da uzun. Hayatını birlikte geçireceğin kişi çok önemli. Belki de vereceğin en önemli kararlardan biri bu olacak. O kadını bul ve ona dünyaları ver. (Ben de deli bir erkek annesi olmamayı becereyim ve sen ona dünyaları verirken kızcağıza kusurlar bulup durmayayım tabii) Şöyle de bir gerçek var, ilişkiler sonsuza kadar sürmek zorunda değil. Kangren olmuş ve seni mutsuz eden ilişkilerden kurtulacak cesareti kendinde bulabilmek de en azından ilişkin için fedakarlık göstermek kadar önemli. Birilerine bağlanmak çok güzel ve güvenlidir ama içinde kim olduğunu bil ve kimsenin sana bunu unutturmasına izin verme.

Kardeş gibi dostlar edinmeni çok isterim, bu çok önemli. Şu an annen 33, baban 35 yaşında. O yüzden aslında istesek de bir kardeşin olur mu, bizde böyle bir güç olur mu çok emin değiliz. Hayat arkadaşlarla çok daha zevkli ve onların yerini kimsenin dolduramadığı doğru. Etrafında 200 kişi olacağına az ve öz, seni olduğun gibi, her halinle kabul eden 10 kişi olsun. Sen de onları olduğu gibi kabul et, insanları değiştirmeye çalışma. Bu seni özgürleştirir ve kafanı çok rahatlatır, deneyince göreceksin ki işleri çok çok kolaylaştırır.

Umarım babanın ve benim ailemle yeterince uzun vakit geçirebilirsin. Onlar da seni bizim kadar çok sevecek. Baban ve benim çocukluğumuzdan beri gittiğimiz Çandarlı için çok heyecanlıyım. Biz orada uzun yıllardır çok güzel yazlar geçirdik, umarım sen de orayı çok sevip eğlenceli ve uzun yaz tatilleri geçirirsin, arkadaşlar edinirsin. Yaz tatillerinde seni oraya postalamayı düşündüğümüz doğru. Boşver zaten, yazlık varken burada ne yapacaksın :)

Hayatta mutluluğun ve başarının anahtarı okul başarısı değil ama o kadar uzun süre okula gideceksin ki, derslerin iyi olursa kendin çok rahat edersin. Çok salakça bir eğitim sistemimiz var, hiçbir şey çok akıllılara göre tasarlanmış değil. Biraz gayretle sisteme kolayca uyum sağlayabilirsin. Burada sana söylemek istediğim şu ki, girdiğin okullar belki hayatta ne olacağını belirlemeyecek ama muhtemelen hayatını paylaşacağın insanları, çevreni belirleyecek. İşte bu yüzden iyi okullarda zaman geçir ve üniversitede çok eğlen isterim. ODTÜ bana bir meslek verdi, belki hayatım boyunca yapmayacağım bir meslek ama edindiğim dostluklar ve orada şekillenen bakış açım her gün hayatımı belirliyor. Verdiğim kararlarda, attığım adımlarda, insanlara yaklaşımımda o kadar etkili oldu ki, bu konuyu önemsiyorum. Yine de bil ki okulla aran iyi olmazsa seni daraltacak değiliz ve neyi iyi yapacağını düşünüyorsan onu yapman için seni hep destekleyeceğiz. Elinden geleni yaparsın, olmazsa da sallarız gider. Bu benim hayatta çok başvurduğum bir test. Elimden geleni yaptım mı? Tamam o zaman, üzerinde daha fazla 1 dakika bile düşünmeye gerek yok.

Belki bizim gibi okulu seversin ve hayatın kolaşlaşır ama öyle olmazsa da hayatında okuldan çok daha zevkli şeyler olacak, merak etme. Kitaplar okuyup birbirimize anlatacağız, sen bizi müzik konusunda geliştireceksin, yeni ne var ne yok öğreteceksin. Hangi kitapları okuyacaksın? Film zevkimiz benzeyecek mi? Birbirimize tavsiyeler verecek miyiz? Babamın bana önerdiği kitaplar gibi ben de sana kitaplar önereceğim. Sen biraz büyüyünce başucuna koyacağım kitaplar şimdiden aklımda. Her gün seninle yolda çok güzel şarkılar dinliyoruz. "Anne, insanlar Mozart, Bach filan dinletiyormuş çocuların beyni gelişsin diye" diyorsundur belki. Evet bunu biliyorum, başlarda ben de biraz yaptım ama sonra biraz yapay geldi, sıkıldım. Sana gerçekten çok sevdiğim, senin de seveceğini düşündüğüm şeyler dinletiyorum, sana şarkılar söylüyorum. Dürüst olayım, sen doğduktan sonra belki hatırlarsın diye üzerinde test yapıyorum. Belki bu şarkıları hatırlarsın ve karnımdaki huzurlu günlerin aklına gelir ve daha güzel uyursun diye Juno Soundtrack'ini, Fiona Apple ve Rufus Wainright'tan Across the Universe'ı her gün dinliyoruz. Juno Soundtrack'inde hep çok sevdiğim bir parça var: My Rollercoaster. Bu şarkının bir yerinde My mom would say "i hope some day you get paid for being Kimya Dawson" der. Şimdi ben de aynı şeyi senin için diliyorum. Umarım sen olduğun için para kazanacağın bir hayatın olur. Babanla ben 9-6 çalışmayı hiç sevmedik ama henüz bu döngüden çıkmayı beceremedik. Çok içten istiyorum ki sen çarkın bir dişlisi olma ve sadece senin yaptığın ve fark yarattığın, o iş sen olmazsan öyle olamayacak bir iş yap. İş önemli. Çalışırken sıkılmaman önemli.

Seninle ilgili ne çok hayalim ve senle konuşacak ne kadar da çok şeyim var! Artık burada keseyim. Seni daha tanımadan çok seviyorum ve tanışmayı dört gözle bekliyorum. Çok garip ama sanki ben sen daha ortada yokken bile hep tanıyor ve seviyordum. Şu an en önemli şey sağlıkla aramıza katılman ve sonrasını hep birlikte yaşayıp göreceğiz. Çocuk sahibi olacak herkesin karmakarışık duygular yaşadığına ve aslında milyonlarca yıldır tüm kadınlar doğurmasına rağmen dünyaya getireceği varlığın çok özel olduğuna inandığına eminim. Seni yüksek beklentilerle bunaltmamaya çalışacağım çünkü zaten ne olursan ol benim için hep özel olacaksın. Bu yazıyı okuduğunda benimle dalga geçersen de kafanı kırarım.

Ayşe

19 Mart 2018

Kopenhag Rehberi - Bölüm 2 (Yeme içme)

Kopenhag'a kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yazının gezme tozma konulu ilk kısmına ışınlanmak isteyenler için link burada. Bu yazının konusu yeme içme olacak, yani bana göre seyahatlerin en heyecan verici kısmı. Bir önceki yazıda da söylediğim gibi Kopenhag'da inanılmaz sayıda cafe, bar ve restoran var ve bunların önemli bir kısmı da iddialı ve merak uyandıran yerler. Seyahat öncesi bu kadar çok seçenek arasından tercih yapabilmek için tahminimden uzun süre harcamam gerekti ama bence sonuç güzel oldu. Michelin yıldızlı restorandan, organik sokak yemeğine, hayatımda içtiğim en güzel kahveye Kopenhag'ın hakkını verdik bence.

Kopenhag'da Yeme İçme:

Gönül ister ki hep buralarda yiyelim: 15 Michelin yıldızlı restoran
Kopenhag'ın yeme içme konusunda nasıl da alıp yürüdüğünü en başta şuradan anlıyoruz: Şehirde 15 tane Michelin yıldızlı restoran var. Bu sayı diğer Nordik başkentlerde şöyle: Stokholm 9, Helsinki 5, Oslo 4. Yani görüyoruz ki Kopenhag Nordik başkent kardeşlerini bir güzel pataklamış. Ayrıca bahsetmeden geçmemek lazım, dünyanın defalarca üst üste en iyi restoranı seçilen Noma da Kopenhag'da ve restoran şu anda yukarıda saydığım yıldız listesine dahil değil. (Nedeni şu: Noma bir süre önce yeni yerine taşındı ve restoran kapanıp tekrar açılmış oldu. Bir sonraki değerlendirmede yıldızlarını geri alacak.) Noma'da yer bulmak oldukça zor, e bir zahmet, sonuçta dünyanın en iyi restoranı. Biz restoran arayışına girdiğimizde orada geçireceğimiz günlerin tamamı için rezervasyonlar doluydu. (Napalım mecbur bir kez daha gelicez artık No.2) Noma'ya gidememiş olabiliriz ama kendimizce Kopenhag'ın hakkını verdik diyorum ve artık konuya giriyorum.

Beni Kopenhag'ın restoranlarına emanet ediniz

Relae: İlk olarak bahsetmem gereken yer kesinlikle burası. Daha önce biri Atina'da, diğeri Stockholm'de iki tane Michelin yıldızlı restoran tecrübem oldu. Relae, Michelin yıldızlı restoranlar konusundaki fikirlerimi tamamen değiştirdi. Genelde bu tür restoranlara oldukça şık gidersiniz, restoranın ambiyansına hayran kalırsınız, ortamda bir miktar snob bir hava hissedersiniz. Relea sanki bir okul kantini, öyle sade, canım benim. Restoranın dekorasyon adına vaad ettiği tek şey sadelik, rahatlık. Üzerinize ne giyerseniz giyin kendinizi huzursuz hissetmeyeceğiniz bir ortam var. (Ben kar botlarıyla gittim.) Servis elemanları gayet sıcak ve sanki Starbucks'ta kahve siparişi veriyormuş gibi hissediyorsunuz. Yemeklerin ise bu mütevazılıkla alakası yok. Adeta muhteşemlik resmi geçidi. 4 ya da 7 servislik deneme menülerinden seçebiliyorsunuz. İsterseniz şarap eşleştirmesi alabiliyorsunuz ve her gelen tabağa uygun kadeh şarap da servis ediliyor. Dev porsiyonlar beklemek hata olur ve elbette fiyatlar yüksek. Gastronomi dünyasında adı geçen bir yerdeyiz, bunu Broadway civarındyken müzikal izlemek gibi düşünmek lazım derseniz elime mum dikin. Eğer seyahat bütçenizde yenecek yemekler en büyük kalemse Relae'yi rahatlıkla tavsiye ederim. Yediklerimizin hiçbiri daha önce tattığım bir şeye benzemiyordu ve bu yemeği hiç unutmayacağım. 



Mother: Aslında Cofoco'da rezervasyonumuz olan gün (bir gece önceki Relae tecrübesinden sonra) deneysel yemek kotamızı doldurduğumuza karar verip, araştırma yaparken merak ettiğimiz deniz suyu ve ekşi maya hamurdan pizzalar yapan Mother'a gitmeye karar verdik. Burası şehrin yeni hip bölgelerinden Meatpacking District'te ve civarda birçok restoran, bar ve cafe var. Mother'ın kapısı da içi de tıklım tıklım. Akşam için rezervasyon almıyorlar. Biraz sıra bekleyebilirsiniz ama sıra beklemek de keyifli. Sizi restoranın bar kısmına alıyorlar. İçkinizi içerken sanki sıra bekleyenleri oyalasın diye oraya konmuş, İtalyanca şarkılar çalan mini mini canlı müzik grubunu dinleyebilir, bir yandan menüyü inceleyerek yemekte ne yiyeceğinize karar verebilirsiniz. Evet biraz turistik ama benim gördüğüm kadarıyla Kopenhag'da o kadar çok İngilizce konuşuluyor ki, etrafınızakiler burada yaşayan yabancılar mı, yoksa turist mi anlamak pek mümkün değil. Turistik ya da değil, Mother harika pizzalar ve ortaya söylenebilecek başlangıçlar yapıyor. Biz memnun kaldık. Fotoğrafta yediklerimden ne kadar memnun olduğum anlaşılıyor galiba (ve içlik nasıl bir şey merak edenler için uygulamalı anlatmış olayım.)




DOP: Kopenhaglılar organik beslenmeye (galiba biraz fazla) takmışlar. Her yerde organik yazısı görüyorsunuz. Memlekette dert tasa olmayınca böyle oluyor galiba, pek güzel. Tamam ama sokakta satılan organik hotdog? Evet böyle bir şey var ve çok çok lezzetli. DOP'u Rundetaarn civarında gözden kaçırma ihtimaliniz yok. Her şeyin astronomik fiyatlı olduğu bu şehirde fiyatı ve lezzetiyle sokak sosislileri ve özellikle DOP vaha gibi, mutlaka deneyin.


Torvehallerne: Bir şey yemeyecekseniz bile mutlaka uğramak gereken kapalı yeme içme pazarı. Bir önceki postta detaylı bilgi bulabilirsiniz. Burada sushiden, tavukçuya birçok seçenek var, gelmişken alışveriş de yapabilirsiniz.



Cocks & Cows: Çok tatlı bir burgerci. Ekmeği organik (şaşırdık mı?) dev gibi burgerler ve üzerine istediğiniz sosları ilave edebileceğiniz patates kızartmaları yapıyorlar. Başlangıçlardan da mutlaka deneyin, ben kaburgaya bayıldım. Yanında organik bira ile (şaşırdık mı?) bana göre şahane bir yemekti. Meraklısı için vejetaryen ve vegan burgerler de var. Birkaç yerde şubesi var, rezervasyonla gitmek iyi olur.


BioMio Organic Bistro (BOB): Burası Meatpacking District tarafında, öğle ve akşam yemeği için sağlıklı ve lezzetli tabaklar bulabileceğiniz (tabii ki organik!) bir restoran. Üst tarafındaki devasa BOSCH yazısından tanıyabilirsiniz. Menüde Prison Food olarak görebileceğiniz "ekmek ve su" için 25 DKK (4 dolar civarı) bir para ödemek gerekiyor. Espri anlayışına bayıldım BOB ama zaten şehir soyguncu, bari bunu yapmayın.



Royal Smushi Cafe: Bu tuhaf masalsı cafe harika bir sürpriz oldu. Danimarkanın milli yiyeceklerinden açık sandviç smorrebrod'u sushi şeklinde porsiyonlayıp baştan yaratıyorlar ve "smushi" adını verdikleri, her biri birer sanat eserine benzeyen atıştırmalıklar haline getiriyorlar. Bence bir şey yiyip içmeyecek olsanız bile şehrin merkezinde saklanmış bu güzel avluyu bulun ve cafenin içine göz atın. 



Lagkagehuset: Bu fırın birçok yerde karşınıza çıkacak. İster bir sandviç ister bir tatlı molası için uğrayın.


Güzel yedik, peki ne içelim?

Ruby: Burası tüm rehberlerde karşınıza çıkacak, ben de söylemiş olayım. Turistik olmasına rağmen bir tabelası bile olmayan kokteyl bar ününü hak etmiş, kokteyller harika ve ortam güzel ama evet turistik.

Mikkeller: Kopenhag'ın ünlü yerel biracısı. kendi yaptıkları bira çeşitlerini mutlaka denemelisiniz. Şehirdeki bazı restoranlarda Mikkeller biraları servis ediliyor ve bazı noktalardan bira satın alma şansınız da var. Ben Mikkeller'in barına gitmenizi ve biraları yerinden denemenizi öneririm. 


Likdoeb: Bence en güzel keşiflerden biri burasıydı. Vesterbro tarafında girişi çok kolay görünmeyen koktel bara ışıklı bir avludan geçerek ulaşıyorsunuz. İçeri girmek için biraz sıra bekleniyor. İçerisi çok neşeli, kokteyller şahane.: İyi ki bulduk burayı.


Bo-Bi: İşte buna hazırlıklı değildim. Kopenhag'da barlarda sigara serbest mi, nasıl yani? Şehrin en turistik bölgelerinden birinde, diğer yerlerin nispeten boş olduğu bir saatte, kapalı kapısı ardından tesadüfen içinin yerlilerle tıklım tıklım olduğunu görüp merak ederek girdiğimiz Bo-Bi çok dumanlı ama kesinlikle yerel bir tecrübeydi. Birer kadeh içki alıp etrafı izlemek için güzel ama çok uzun süre kalmak mümkün değil, öyle bir duman! İçerde dedeler de var, üniversite öğrencileri de. Sonradan baktığımda buranın Copenhag'ın en eski barlarından olduğunu (aslında bu tip yerlere brown bar deniyormuş) ve sanatçıların uğrak yeri olduğunu öğrendim. 

The Coffee Collective: Hayatımda içtiğim en iyi kahveydi sevgili Coffee Collective. Teşekkürler :) Şehirde birkaç şubesi var. Soğuktan ve yürümekten yorulunca şahane bir mola noktası.


Bizim orada olduğumuz zaman kapalı olduğu için malesef gidemediğimiz Copenhagen Street Food  (Mayıs 2018'de tekrar açılacakmış) aklımda kaldı. (Napalım mecbur bir kez daha gelicez artık No.3) Zaten 10 gün daha kalsam gidecek yer bulmakta zorlanmayacağım kadar çok seçenek vardı.

ve bonus bilgi:
Pret a Manger: Yurt dışında birçok şehirde atıştırmak için sağlıklı, lezzetli ve makul fiyatlı sandviçlerine bayıldığımız Pret A Manger'in havaalanında şubesi var (şehirde henüz yok). Uçaktan iner inmez iştahı açılanlar için ilk durak orası :)

Eveeet işte böyle. Sevgili Kopenhag'cığım, tanıştığımıza çok memnun oldum. Belki bir süre sonra tekrar görüşürüz. Bence şimdiden tekrar gitmek için yeterince bahanem var :) Öptüm.

12 Mart 2018

Kopenhag Rehberi - Bölüm 1

Yazı boyunca 150 kere tekrarlamak istemiyorum o yüzden en baştan söylüyorum: Kopenhag çok (çokçok) pahalı ve bizim gibi Mart başı giderseniz çok da soğuk. Tamam, bu bilgileri cepte tutuyoruz ve başlıyoruz. Bu ilk yazıda gidilecek yer önerilerim var ve şu postta Kopenhag yeme içme rehberini bulabilirsiniz.


Kışın gitmek çok mu saçma?
Gitmeden acaba aptalca bir şey mi yapıyoruz diye sık sık düşündüysem de sonuç hiç öyle olmadı. Evet soğuk ama hazırlıklı gidince pek etkilemiyor. Eminim ki daha güzel havalarda daha rahat geziliyordur ama biz de şehir karlar altındayken kartpostal gibi manzaraların içinde birkaç gün geçirdik. Bu iklimde yaşamaya alışık oldukları için soğuk yerlilerin pek umrunda değil ve çok kar yağdığı durumda bile hayat iptal olmuyor. Zaten bunu hiç anlayamadık. Dünyanın karı yağıyor ve kar durduktan 1 saat sonra sokaklarda kardan eser yok. Napıyorlar bilmiyorum, temizleme aracı da görmedik. Hava karlı ve -8 derece civarıyken dahi herkes bisikletini ulaşım aracı olarak kullanmaya ve dışardaki aktivitlerine devam ediyordu. Ben ilk kez bu kadar soğuk bir yere gideceğim ve başıma tam olarak ne geleceğini tam olarak kestiremediğim için tedbirli gittim (eskimo kılığında diyelim). İçlikler, bereler, eldivenler, atkılar, su geçirmeyen sıcak bir bot. Hepsini iyi ki götürmüşüm. Konforlu şekilde donmadan gezebilmek için lahana gibi giyinmek şart. Şekil 1-A. 


Kaç gün gidelim, ne tarafta kalalım, ulaşım vs işlerini nasıl yapalım?
Şehir tahminimden çok daha büyük çıktı ve görecek, yapacak çok şey var. 4 tam gün hakkını vererek gezmek için iyi bir süre bence. Biz Central Station yakınında, Vesterbro tarafında bir otelde kaldık. İstasyona yakınlığından dolayı havaalanından trene bindikten yarım saat sonra otele vardık. Otelin yeri oldukça merkeziydi ve soğuk havaya rağmen çoğu yere yürüyerek gidebildik. Son gün soğuk zıvanadan çıkmıştı ve biraz daha merkez dışı yerleri görmek istiyorduk. O gün metro, otobüs ve trende kullanılabilen 24 saatlik bilet aldık, aynı bileti havaalanına geri giderken de kullandık. Hava güzelse bence her yere yürüyerek gidebilirsiniz.


Vakit kaybetmeden sadede geliyorum.

Görülecek yerler:

Tivoli: Evet, tüm rehberlerde ilk görülecek yer denen Tivoli eğlence parkı biz oradayken malesef kapalıydı. Gelmişken burayı da mutlaka görelim derseniz seyahatinizi planlarken parkın açık olduğu tarihleri internetten kontrol ederek ilerlemekte fayda var. (Napalım mecbur bir kez daha gelicez artık No.1)

Nyhavn: Kopenhag fotoğraflarında hep gördüğümüz rengarenk evlerin olduğu turistik bölge. Gidin lego dünyası gibi görünen bu semtte fotoğrafınızı çekin, kanal boyu turunuzu atın,


Stroget: Kopenhag'ın büyük alışveriş caddesi. Büyük markalar da, yerli butikler de var. Kafanıza göre renkli ara sokaklara girip çıkmak burayı en güzel keşfetme yöntemi. Karşınıza çok ilginç cafeler ve tasarım dükkanları çıkabiliyor. Benim için gizli saklı bir avluda karşıma çıkan Royal Smushi Cafe bunlardan biriydi. Dekorasyona meraklıysanız geçmiş olsun. Tasarım mağazalarından alıp eve götürmek isteyeceğiniz çok şey olacak. Neyse ki fiyat etiketleri insanı hemen kendine getiriyor. Kirk (Kompagnistraede 11), Illums Bolighus, The Royal Copenhagen, Casa Shop gibi mağazaları müze gezer gibi gezmek de zevkli (Hahah tam sefalet). Giyim içinse bize hala gelmemiş &Other Stories, Urban Outfitters gibi mağazaları gezebilirsiniz. Ben Urban Outfitters'ın ev kısmını da çok beğeniyorum. Orası fiyat olarak da (elbette diğerlerine kıyasla) daha uygun. Bir de favori t-shirt mağazam Dedicated'in burada da bir şubesi var. (Bu marka Türkiye'de bazı mağazalarda var ama çeşit kısıtlı oluyor.)


Rundetaarn: Adı üzerinde (? Danca'ya hemen hakim oldum) Round Tower, Stroget civarında gözden kaçıramayacağınız bir kule. Sana bir tepeden baktım Kopenhag demek isteyenler tırmanabilir ve karşılığını alır. Yurt dışı seyahatlerinde günde 20 km yol yürüdüğüm (hımm bazen yürütüldüğüm diyelim) için, bu tip "1200 basamakla çıkılıyor" türü kule türü yapıları mümkün olduğunca es geçmeye çalışırım ama burası o kadar yüksek değil ve karşılaşılan manzara çabaya değiyor.

Botanisk Have - Kongens Have - Rosenborg Slot : Envai çeşit bitki, çiçek, ağaç vs görülebilecek botanik bahçesi. İçindeki güzel camdan sera Palm House'u ıskalamamak gerek. Gitmeden ziyaret saatlerini mutlaka kontrol edin. Kışın oldukça erken, saat 4 gibi kapanıyor. Buraya kadar gelmişken hemen bitişiğindeki Kongens Have'yi de mutlaka dolaşın (Kralın bahçesi olarak geçiyor) ve bahçe içindeki saray Rosenborg Slot'a "Hej!" demeden geçmeyin. (Danca'ya artık gayet hakimim demiş miydim? Peki ya teşekkürler nasıl deniyor? "Tak skal du have". Teşekkür etmenin Türkçe'den daha uzun bir hali varmış. Rahat bir nefes alabiliriz.)


Amalienborg: Kraliçe'nin yaşadığı yeri görmek isteyenler uğrayabilir, tarihi ile ilgilenenler ise içindeki müzeyi görebilir. Burayı ziyaret etmenin benim için ilginç tarafı, biz Kopenhag'da olduğumuz sırada kanallardaki sular donduğu için, normalde suyun öteki tarafında kalan Opera binasının buz üzerinden yürünerek erişilebilir hale gelmesiydi. Sürreal bir manzaraydı. Meydanın hemen karşısındaki Frederik's Church de oldukça görkemli (ve soğukta mola vermek için adeta ilahi bir şekilde oraya kondurulmuş.) Yan tarafında ise altın kubbeleriyle "Hava beni iyice sersemletti, yoksa Rusya'da mıyız?" dedirtebilecek Rus Ortodoks Alexander Nevsky kilisesi yer alıyor.


Kastellet: 1626'da yapılmış bu yıldız şekilli kale, günümüze kadar en iyi korunan yapılardanmış ve hala askeri bölge. Ayağınızı denk alın türünde uyarı levhaları var. Havanın güzel olduğu günlerde dolaşmak için gidilebilir, onun dışında gidilmeyebilir :) Şehrin biraz dışında kalıyor, üşenen gitmeyebilir bence.


Christiansborg: Görkemli hükümet binası. İçini gezmeye vakit ayrılmasa bile meydanda turlanabilir. Daha sonra bahsedeceğim, efsane Danimarka dizisi Borgen'de sürekli görüldüğü için benim Kopenhag'da görmek istediğim yerlerden biriydi. Gözlerim tüm gezi boyunca dizide Birgitte Nyborg'u canlandıran Sidse Babett Kundsen'i aradı ama malesef kendisini göremedim. (Peki onun yerine ne mi oldu? Buraya küçük bir anı bırkayım. Kopenhag'da dolaşırken Kantin'in sahibi Şemsa Denizsel'i gördük. Yurt dışında ünlü görmek, İstanbul'da ünlü görmekten 30 kaplan gücü daha fazla yanındakini dürtme etkisi yarattığı için dibimde yürüyen zarif eşimi "Aaa baaaak Şemsa Denizsel" diye elegansımdan hiç ödün vermeden sessizce uyardım:)  Aklı nerelerde ya da kulağı kafasındaki berenin kaçıncı yün katmanının altında bilmediğim eşim Doruk beni hiiiç duymazken, Şemsa Hanım 30 metre ilerden "Aaa gerçekten miii?" diyip gülmeye başladı. Neyse ki kendisi tatlı bir insanmış da bana kendimi ünlü görünce maymunlaşan insan gibi hissettirmedi. Birbirimize iyi gezmeler diledik. Hala anlamadım, nasıl duydu ya?)


The Black Diamond: Dışı ayrı, içi ayrı güzel kütüphane mutlaka görülecekler listenize girsin. İçinde bir modern, bir de eski kısım var, ikisi de çok hoş. Macbook burada kimlik kartı gibi bir şey. Gerçekten önünde Macbook olmadan oturan kimseyi görmedim. Her şeyin aşırı pahalı olduğu bu ülkede sanırım Macbook'ları devlet dağıtıyor. 


National Museet: Müzede binlerce yıllık mumyalardan, eski bebek evlerine kadar uzanan (ve haliyle ciddi zaman gerektiren) bir yelpaze var. Dışarıdan bakınca binanın ne kadar büyük olduğunu kestirmek mümkün değil. Gez gez bitmiyor. Zaten kaç günlüğüne geldik, tüm günü müzede mi geçireceğiz diyorsanız, öncelik sırasına göre gerçekten ilginizi çeken kısımları gezip, diğer tarafları meraklısına bırakabilirsiniz. Ben öyle yaptım. Ama bu müzeye mutlaka zaman ayırın.


Glyptoteket: Tek bir müze gezecek olsaydım burayı seçerdim. Girişindeki kış bahçesi gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. Ne kadar etkilendiysem hala gün içinde ara ara aklıma geliyor. Rodin'in insanı aptala çeviren heykelleri ile Van Gogh, Monet, Degas tabloların müzede huşu içinde bekliyorlar. Ben Corot'la burada tanıştım, bu kadar zaman kendisinden habersiz olduğum için kendime kızdım. Müze girişi Salı günleri ücretsiz.


Freetown Christiania: Kopenhag'ın en ilginç yerlerinden biri açık ara Christiania. 70'lerde hippi, sanatçı, anarşist, düzene karşı kim varsa toplanmış ve şehirdeki eski bir askeri kışlayı istila etmiş. "Kardeşim biz artık burada yaşıyoruz, burayı kendi özerk bölgemiz ilan ediyoruz" demişler. Devlet önceleri pek karışmamış (tabi bu noktada bizim devrelerimiz yanıyor. Nasıl yani, ne demek karışmamış?) Olanı biteni sosyal deney gibi görmeye çalışmış ve burayı uzaktan uzaktan izleyip ortalığı fazla karıştırmamaya çalışmışlar. Christiania'nın kendi bayrağı, okulları, cafeleri, hatta kendi para birimi var. Sokaklar buram buram ot kokuyor ve adeta bizim yazlık beldelerimizde kurulan incik boncuk pazarıymışcasına stantlardan ot alabiliyorsunuz. Buradaki ince çizgi şu: Sadece Christiania sakinlerinin ot satma izni var (it kopuk, mafya vs gelip de ortalığı karıştırmasın diye) ve ağır uyuşturucuya katiyen karşılar. Şu an Christiania'da hala bine yakın kişi yaşıyor. Elbette oh ne güzel özgürlük, ben de buraya yerleşeyim diyen elini kolunu sallayarak gelip yerleşemiyor. Bekleme listeleri ve Christiania sakinleriyle mülakat aşamaları var. Christiania'nın bu bize ütopik gelen hali meciste zaman zaman tartışılıyormuş (E yani tartışın tabii. Bizim bünye bu kadar özgürlüğe alışık değil, sindirmekte zorlanıyor) ama bir çözüme ulaşmıyormuş. Halkın tepkisi nedeniyle (Christiania halkı değil yanlış olmasın, Danimarkalılar'ın tepkisi) geri adım atılıyormuş. En son devlet, "bari orada yaşıyorsunuz, üzerinde yaşadığınız toprağı satın alın" gibi bir öneriyle gitmiş ama elbette Christiania halkı özel mülkiyete karşı. Ne sandınız? Sonuç olarak bir kooperatif kurulmuş, para toplanmış ve sanki biraz da kılıf uyduracak bir şekilde burası devletten satın alınmış. Özgür Christiania 47 yıldır olduğu yerde duruyor. Ben de ağzım açık kalıyorum müsadenizle. Christiania'da fotoğraf çekmek yasak ama pek takan yoktu. Sonuçta oldukça turistik bir yere dönüşmüş olsan da, yine de ruhuna sağlık Christiania.


Torvehallerne: Yurt dışı gezilerinde hep "Neden boğazımıza bu kadar düşkün bir milletken böyle yerler yapmıyoruz" diye düşündüğüm yerler bu kapalı yeme içme pazarları oluyor. Neredeyse her büyük Avrupa şehrinde bu pazarların başarılı bir örneği var. Kopenhag'ın marketi Torvehallerne devasa olmasa da çok zengin. Çiçekten, sushiye, çeşit çeşit peynirden, Danimarka'nın geneleksel  açık sandviçine (Smorrebrod) kadar birçok seçeneği burada deneyebilir ve eve götürmek üzere satın alabilirsiniz.


Little Mermaid: Şehrin simgesi sayılan deniz kızı heykeli. Yanına gidip görünce yaşanan hayal kırıklığıyla ilgili o kadar çok şey okumuştum ki, kendisine ayıp oldu mu bilmiyorum ama biz gitmedik. 

Assistens Kirkegard: Kopenhag'da daha önce hiç görmediğim bir şey gördüm. Kopenhaglılar mezarlıklara da park muamelesi yapıyorlar. Koşan, bisiklete binen, hatta piknik yapanları görmek mümkün. Fikir olarak tuhaf gelse de girdik dolaştık, tuhaf hiçbir şey yok. Aslında bu büyük yeşil alanları hayatın içinde tutmak ne kadar iyi bir fikir.


Superkilen Park ve Norrebro civarı: Superkilen Norrebro'da renkli bir park. Rehberlerde çok güzel anlatılıyordu. Dürüst olmak gerekirse bana göre pek bir özelliği yoktu. Norrebro şehrin daha çok göçmenlerin yaşadığı, yeni hip bölgesi. Yeni popüler restoranlar, cafeler ve meraklısına ilginç duvar resimleri var. Vakit varsa uğrayıp gezebilirsiniz ama yoksa çok da zorlamanıza gerek yok bence.



Gråbrødretorv meydanı: Rehberlerde görmediğim bu meydan benim tesadüfen karşıma çıktı ve bence en güzel Kopenhag keşiflerinden biri oldu. Sanırım uzun yıllar Kopenhag'ı düşündükçe aklıma gelen ilk görüntü bu meydan olacak. Rengarenk tarihi binalarla çerçevelenmiş meydanın ortasında dev bir çınar ağacı var ve bir de karlar altındayken bana göre burası adeta bir film setiydi.



İşte böyle. Görülecek yerlerle ilgili bahsedeceklerim bu kadar. Şehrin labirent sokaklarında keşfedecek çok şey var. Yüksek medeniyet ve saygı insanı biraz sersemletiyor. Sokaklar güvenli ve insanı tedirgin eden hiçbir şey yok. Herkes harika İngilizce konuşuyor ve yardımcı olmaya istekliler. Bütün bunların üzerine bir de yeme içme konusunda almış yürümüşler. Şehrin nüfusu 600.000 ama sanki 6 milyon kişi aynı anda şehre gelse herkese yetecek kadar cafe, restoran var gibi geldi bana. Heyecan verici Kopenhag yeme içme hayatı bir sonraki yazıda..

6 Ocak 2018

Kış ortası Ayvalık'ta güzel bir gün

Kış ortası yolumuz Ayvalık tarafına düşünce hep yazın gittiğim bu civarların bir de sakin zamanlarını görme şansım oldu. Ayvalık ve Cunda taraflarını çok seviyorum. Nüfusun yaza göre çok azaldığı, sokakların bomboş olduğu bir kış günü de yağmura rağmen yazın olduğu kadar güzeldi.

Cunda'ya gidince mutlaka Karadeniz Pastanesi'nden lorlu kurabiye

Kurabiye kutumla Taş Kahve'de bir orta Türk kahvesi (su birikintilerinde zıplayamayı aşırı seven Sarp'la birlikte)

Ayvalık'ta bir de harika esnaf lokantası keşfettik: Paşa Çorbacı. Sadece öğlen servis veriyorlar, erken gitmeye çalışın.

Ayvalık tostu yemeden dönmeyelim diyenlere (ki herkes demeli!) harika bir tostçu adresim var: Sultan Fast Food

Akşam kalacaksanız Deniz Yıldızı'nda balık ve üzerine Kraft'ın kokteylleri






7 Ağustos 2017

Bebekle tatil: Yunan adalarına gideceklere öneriler, bizim başımıza gelenler

Sarp 15 aylıkken onunla ilk yurt dışı seyahatimizi Leros'a yaptık, 2 gece 3 gün kaldık. Yakın Yunan adalarına bizim sahillerimizden en fazla 1-2 saatte ve tekneyle ulaşılıyor o yüzden bunu bir yurt dışı seyahat olarak sınıflandırabilir miyiz bilmiyorum. Benim amacım Sarp'la bunu yakın bir yerde deneyip başımıza neler gelebileceğini görmek ve buna göre Sarp'la başka yurt dışı tatiline gideceksek hazırlıklı olmaktı. Hem oldukça sakin bir yere gittiğimiz, hem de uzun süreli olmayan bir tatil olduğu için pek aksaklık yaşamadık. Detaylı Leros rehberine şu linkten ulaşabilirsiniz.

Gitmeye kalkışma aşamasından tatil sırasında yaşadıklarımıza ilk çocuklu Yunan adası tatilimizi özetliyorum:

Hadi o zaman Sarp bavulun ucundan tut, Leros'a gidiyoruz:


Pasaport ve vize:
Sarp'a online pasaport başvurusu yaptık. Tatile gitmeden uzunca bir süre önce randevu almanızı tavsiye ederim. Online başvuru tarihi almak için inanılmaz yoğunluk vardı. Evrakları (gerekli evrak listesi şurada) tamamlayıp, randevu tarihinde Emniyet'e anne ve babanın birlikte gitmesi (ne saçma değil mi?) ya da ikisi birden gidemiyorlarsa noterden muvafakatname almaları gerekiyor. Neyse ki çocuğun sizinle gelmesine gerek yok. Tüm evrakları teslim ettikten sonra birkaç gün sonra pasaport sizin talep ettiğiniz adrese gönderiliyor.
Yunanistan vizesi için (İstanbul'dakiler için) Kosmos aracılığıyla randevu almak gerekiyor ve özellikle yaz aylarında çok yoğunluk var, uzunca bir süre önceden başvuru yapmak faydalı olur. Eğer daha önce parmak iziniz alındıysa şahsen gitmenize gerek yok, yetkilendirme yazısı verirseniz başka biri de sizin adınıza işlemleri yapabiliyor. 12 yaş altı için şahsi başvuruya gerek yok ama çocuğa yaptığınız başvuru için noter tasdikli muvafakatname götürmek gerekiyor. Gerekli belgelere Kosmos'un sayfasından ulaşabilirsiniz. Başvuru sonrasında vize süreci uzun sürmüyor. Birkaç gün içinde vizeler elinizde oluyor.

En sinir bozucu kısım buraya kadar olan. Malesef pasaport ve vize için ücretler çok yüksek, inanılmaz fazla evrak toplamak gerekiyor ve bütün bunların sonunda uzun bir schengen vizesi alacağınız da garanti değil. Yakın zamanda bu vize sorunundan kurtulabilecekmişiz gibi de görünmüyor :(

Yolculuk:
Yunan adalarına gidecek feribot için biletinizi online alabilirsiniz. Leros için Turgutreis Marina'da check-in işlemleri yapılıp feribota biniliyor. Biz Leros'a çok ilkel bir tekneyle gittik. 1,5 saat içeride sıcaktan oturulamayan, dışarıda oturduğunda ise rüzgardan serseme çeviren, tıka basa dolu bir tekneydi. Gidiş saati çok güzel denk geldi ve şansımıza Sarp bütün yol uyudu. Tekne 10:00'da kalkacaktı, biraz rötar oldu 10:30 gibi yola çıkabildik. Sarp da biner binmez uyudu, inene kadar uyanmadı. O yüzden yolculuk sırasında herhangi bir sorun yaşamadık. Geçenlerde yazdığım Leros rehberinde bahsetmiştim, tekne çok konforsuzdu, günlük gezi teknelerindendi. Bodrum'dan Kos'a ve Kos'tan Leros'a giden daha büyük tekneler var. Deniz yolculuğu için endişeleriniz varsa daha uzun olan bu yolu tercih edebilirsiniz. Daha önce Kos, Rodos, Samos ve Midilli'ye feribotla gittik. Hepsi çok daha konforluydu ama o zaman çocuk yoktu :) Leros'a giden feribotlar da yakında daha iyi olur umarım.

Feribot öncesi check-in'de sıra beklerken başına geleceklerden habersiz bir insan:


Otel ve bebek yatağı:
Oteli her zaman olduğu gibi booking.com'dan ayarladık. Rezervasyonda bebek yatağı istediğimizi ilettik. Adada karşılaştığımız herkes gibi otelin sahipleri de çok tatlı ve yardımcı insanlardı. Bize en geniş odayı vermişler. Bebek yatağı da ihtiyacı karşılayacak seviyedeydi. Yanımda Sarp için çarşaf ve havlu götürdüm, onları kullandım.

Kiralık araba ve bebek koltuğu:
Bunu da araba kiralarken belirtirseniz yardımcı oluyorlar. Koltuk için pek lüks bir şey beklememek gerekiyor. Bize eski model bir chicco koltuk verdiler, tatil boyu çok işimize yaradı. Sarp da durumdan memnun gibiydi, defalarca arabada uyudu.



Yemek ve mama sandalyesi:
Yunan adalarında malum en çok deniz ürünü yeniyor. Domates, salatalık, biber, beyaz peynire çok benzeyen feta sayesinde pek eksiklik duymadık. Sarp balık yemeyi çok seviyor. Şu anda belki de yaşı çok küçük olduğu için pek yemek ayırt etmiyor. Bol bol balık, balık çorbası, karides, domates, feta yedi. Kahvaltılarda ise omlet, feta, domates, salatalık.

Mama sandalyesi olmadan kahvaltı:


Marketlerde bizimkine çok benzer yoğurtlar bulunabiliyor. Ben fotoğraftaki yoğurdu aldım, sonra gittiğimiz bir restoranda iyi midir diye sordum. Çiğ sütten yapılmış yoğurdu bulmayı başarmışım, tebrikler bana. Ama çok iyi bir marka olduğunu söylediler, tadı da iyiydi. Sarp'a verdim, bayılarak yedi, bir sorun olmadı.


Belki çorba yapmak gerekir diye yanımda kuru tarhana ve termosumu götürmüştüm. Aslında gerek yokmuş. Sarp'ın çatal, kaşık, suluk vs gibi şeylerini organik deterjanla yıkıyorum. Yanımda deterjan ve sünger götürdüm, yemeklerden sonra yanımda götürdüğüm bolca ikea kilitli poşetine doldurduğum çatal kaşık ve suluğu odada yıkadım. Booool bol ıslak mendil gerektiğini söylemiyorum. Islak mendiller bizim her şeyimiz :)


Mama sandalyesi her yerde yok. Uzun ve rahat bir yemek yemek istiyorsanız restorana önceden sorabilir ve restoranınızı buna göre seçebilirsiniz. Leros'ta yemek yediğimiz Mylos ve Dimitris'de mama sandalyesi vardı ama bunun harici gittiğimiz yerlerde yoktu.

"Biraz önce gördüm, denizin dibindeyiz. Neden plajda denize taş atmıyoruz da burada oturuyoruz" bakışı.


Sandalyeye kolayca takıp çıkarılan bez mama sandalyelerinden götürmek çok iyi fikir olur. Bir de benim de bir arkadaşımdan öğrendiğim baby&plus'ın tek kullanımlık yapışkanlı mama sandalyesi örtüsü dışarıda yenen yemeklerde hayat kurtarıcı oluyor. Sarp normalde hiç yerinde durmayan bir çocuk. Yemek yerken mama sandalyesinde gayet güzel oturuyor ve yemek sonuna kadar problemsizce masada zaman geçiriyor ama yemek bittiği zaman onu masada tutmak pek mümkün olmuyor.


Leros'ta deniz kenarında yemek yediğimiz yerlerin çoğunun yerleri çakıl taşlarıyla doluydu. Şaşkın bakışlarımız altında o taşlar Sarp'ı her şeyden daha uzun süre oyaladı. Sürekli taşları alıp pusetinin altındaki eşya koymaya yarayan tarafa doldurup boşalttı. Bize de rahatça oturmak için zaman tanımış oldu.

Rüyamda görsem inanmayacağım oyalanma şekli. Demek ki çocuklar can sıkıntısıyla baş etme yöntemleri geliştiriyor:


Tabi yanımızda birkaç kitap ve Sarp'ın yerde sürdüğü tekerlekli oyuncaklar da işe yaradı. Sarp hala telefonu tanımıyor. Telefonla zaman geçirmesine direniyorum. Bu tatilde de telefonu önüne vermedik, daha ne kadar direnirim bilmiyorum :) Aslında en güzel çözüm şu oldu. Sarp akşam 8:30 gibi uyumuş oluyor. Biz de Sarp'ı uyutup pusetine koyduk ve restorana öyle gittik. Rahat rahat saatlerce oturduk. Çocuk çok geç uyumuyorsa mutlaka denenmesi gereken bir seçenek :)

En güzel akşam yemeği çocuk uyurken rahat rahat yenen yemek. Yamas, şerefe!


Plajlar:
Plajlar çocukla gitmeye çok müsait, hiç problem yok. Yukarıda söylediğim gibi Sarp şu an yerinde pek durmuyor, kendi kendine oynadığı süre de 2 dakikayı geçmiyor. Bunu hesaba katarak yanımızda küçük bir şişme havuz götürdük. Bence tatil boyu yaptığımız en akıllıca şey buymuş. Gittiğimiz plajlarda havuzu şişirip, içini deniz suyu ve oyuncaklarla doldurduk. Sarp uzun uzun oynadı, biz de rahat ettik. Şişme havuza bakıcı adını taktık, o kadar kıymetliydi :) Sarp keyfine göre pusetinde güzel uyuyor. Birkaç kez uyutup pusetine koyduk, sahilde güzel uykular uyudu. O dakikaların ne kadar kıymetli olduğunu sanırım anlayabilirsiniz :) Her plajda duş olmuyor. Ben Sarp'ın tuzlu kalmasını çok önemsemiyorum. Duş olmayan yerlerde şişe suyla yüzünü ve vücudunu gelişigüzel ıslatıp, banyo işini otele bıraktım.

Bakıcımız renkli bir karakter:


Plajda uyuyan çocukları sevelim, onlara teşekkür edelim:



Uyanıp tadını da çıkarsın tabii, uyumaya mı geldik?:



Biz Leros'ta sorunsuz 3 gün geçirdik ve her şey çok güzeldi. Evet çocuklu tatil kesinlikle yalnız gidilen kadar rahat değil, özellikle de sabah 6'da kalkan bir çocuğunuz varsa. Bir yardımcınız varsa (şişme havuz değil de gerçek bir yardımcı) tatile onunla gitmek sizi çok rahatlatabilir. Yine de bence yorulmaya değiyor (belki de sadece birkaç gün için olduğundan bana öyle geldi!). Sarp'la böyle bir anımız olduğu için ben çok mutluyum. Yalnız, tatil dönüşü olaya bir de şu taraftan bakmak gerektiğini düşündüm. Sarp Leros'ta yazlıkta olduğu kadar özgür olamadı. Güneşin altında pusette, araba koltuğunda çok fazla zaman geçirdi. Salıncaklar, parklar yoktu ve hep restoran yemeği yedi. Evet biz harika yemekler yedik, çok güzel yerler görmüş olduk ama Sarp bundan bir şey anladı mı emin değilim. Bizim tatil sonunda fikrimiz, eğer çocuğu bırakabilecek ve onun keyfinin yerinde olduğu bir yer varsa, çocuğun yurt dışı tatil yerine bunu tercih edebileceği yönünde oldu. En azından yurt dışı tatilin değişik bir tecrübe olduğunu anlayıp, bunun tadını çıkartacak yaşa gelene kadar (bu yaş kaçtır acaba?) çocuğu yurt dışı tatillere götürmek, sanki anne babanın çocuğu bırakmamak ama bir yandan da yapmak istediği tatilden vazgeçmemek adına çocuğu pek de tercih etmeyeceği ortamlara sokması mı demek oluyor? Bilmiyorum :) Bu herkesin cevabını kendi vereceği bir soru. Ben ne mi yapacağım? Şu anki fikrime göre sanırım Sarp bir süre yurt dışına çıkmayacak ama zaman ne gösterir bilmiyorum :)