30 Mart 2007

konudan konuya zıplayan klasik Ayşe postu

Küçüklük fotoğraflarıma bakınca ne kadar mutlu bir çocuk olduğuma şaşırıyorum. Belki de o yaştayken hayallerin sınırı olmadığı için insan o kadar sınırsızca mutlu olabiliyor. Sabahları uyandığımda "büyüyünce" ne istersem onu olabilirdim ama asla ve asla düzgün bir şey olmak istemezdim. Dansöz olmak isterdim mesela hep. Bayılırdım dansöz kıyafetlerine! :) Tüllü, pullu, dore! Bütün çocuklar aslında göz önünde olacak, parıltılı birşeyler olmak istemeli bence, onların doğasına uyan bu. "Doktor olucam" diyen çocuklar bence ailesinden etkileniyor. Bir avukatın ne yaptığını nereden bilsin ki çocuk avukat olmak istesin. Benim çocuğum avukat, doktor filan olmak istemesin, astronot olmak istesin, ben de "Fezalara git yavrucuğum" diye seveyim onu. Bir süre kandırılmak herkese iyi gelir vesselam. Belki Asena'ya rakip olacaktım, mühendis oldum. Aman ne güzel oldu.



Doğum günümde 2 tane yemek kitabı hediye aldım, çok çok mutlu oldum. Biri Gizem'den Klasik İtalyan Yemekleri diğeri de Ayşegül'den Balık Tarifleri. Biraz sanki gelinin amcasındannn gibi oldu, neyse.. Kitaplarım çok güzel, resimli resimli.. Balık tarifleri kitabının içinden bedava defter kuponu çıktı arayınca eve getiriyorlar. Böyle kendiliğinden kategorilerine ayrılmış acayip şirin bi yemek defteri. Aradım geldi, şimdi kategori kategori yemek yazıyorum.




İtalyan yemekleri kitabını karıştırırken şöyle yandaki gibi bir tarife rastaldım. 6.maddeye daha yakından bakacak olursak, patlıcanları BÖRTTÜRMEMİZİ istediklerini görürüz. Sizin engin bilgilerinizi bilemiyorum ama ben gördüm ki benim bilgilerim börttürmeyi içine alacak kadar engin değilmiş. Aradım gugıldan, bir site şöyle bir açıklama vermiş, tebrik ediyorum kendilerini.

SÖZLÜK ANLAMI: Börtmek eylemi yaptırılmak

Alkış alkış! 'Ben transformatör gördüm'den bir farkı var mı allahaşkına bu cümlenin? Yani yaptığım aramalardan elde ettiğim çelişkili sonuçlar beni hiç tatmin etmedi. Bört.

Cuma bonusu olsun bu fotoğraf..

İlkbahar resmi olarak gelmiştir benim için artık. Çünkü erik geldi.

Minicik ve yumuşak çekirdekli ama olsun geldi işte.

p.s: Dün sabah bana Ayşemon diye hitap eden commentlerden çağrışım yapacak Selçuk, beni arayarak uyandırdı. İtalya'ya gidiyomuş eşşek, ona bilgi verdim birazcık. Birazdan çok da kıskandım :) Ne çok gidiyosun be İtalya'ya hayret bişey.

28 Mart 2007

eat.shop.see.

mayıs'06 nisan'06 nisan'06


eat.shop.see.

bir de martini şişesinde zeytin olsam..
hayat çok tuhaf be, gerçekten..
insanoğlu kuş misali diycem, çok klişe olacak ama aslında değil
çünkü kiwi kuşu.


***

27 Mart 2007

AğzınDAN çıkanı duySUN kulağın, düşTÜK bu hallere!!

Bu post 3 ana başlıktan oluşuyor. 3ü de birbirinden tamamen alakasız.



1. Resimde kollarını öne uzatmış halde uyuyan köpek, benim köpeğim Maxi. Önceden bahsetmiştim, kendisi 16 yaşında ve şükürler olsun ki gayet sağlıklı. Lakin arada garip davranışlar sergiliyor. Mesela, geçen gece ben evde yokken annemin resim eşyalarının içinde küçük bir tur atan ve attığı turdan çok memnun kalmış olacak ki yuvarlanan Maxi, gökkuşağının tüm renklerine bürünüp, gece yarısı annemin karşısına çıkınca, annem ufak bir kalp krizinin eşiğinden dönmüş. Ben bu görüntüyü göremediğime çok çok üzülmüşken, annem gece yarısı terebentinle silindikten ve sonra yıkandıktan sonra nihayet pastel tonlara geçebilmiş olan Maxi'ye kahkahalarla gülmeme de oldukça kızdı :)

2. Sobeleme hız kesmiyor! İlkokuldan beri bu kadar çok "sobe" lafı duymadım :) 2 sobem kaldı, onları yazacağım..

Öncelikle Tuuuçe'nin oldies but goldies'i için aklıma gelenler :

Yonca Evcimik'in Kendine Gel şarkısının başında ayaklar ve ellerle yapılan introyu taklit edebilmek için evde tepinmeler ve metal bir tabela üzerinde Yonca yazan Yonca Evcimik şapkası :),
buyrun seyredin.

Grup Vitamin eşliğinde kahkahalarla geçen yolculuklar,

Ay may kumay, Cevdet Sunay, Nihat Erim, kel kafanı yerim (çocukların zekası üzerine tez konusu olur bundan)

İkinci olarak ise bembi'nin kullanıp memnun kaldığım 3 şey sobesi:

1. Knorr Sebzeli Çeşni - Her şeye katıyorum, özellikle makarna soslarıyla, çorbalarla, hatta yoğurtla harika oluyor.

2. L'oreal HappyDerm nemlendirici krem. "Mass market product" olarak Migros'lardan bile bulmak mümkün bunu gel gör ki hiç küçümsememek lazım. Nice Clinique'ler, Clarins'ler, Vichy'ler görmüş cildimi ihya eden nemlendirici budur.


3. Flormar 321 kırmızı oje. Aranan kırmızı tonu sonunda bulunmuştur. Bir de düzgün sürme işi becerilirse her şey çok güzel olacaktır.




3. Burası bir doğumgünü bloguna dönüşüyor diye korkuyorsanız, yalnız değilsiniz, ben de korkuyorum; ama bu seferkini de söylemeden geçemeyeceğim, Ayse's World 1 yaşına basıyor bugün..


İtalya'da bir master öğrencisiyken tek derdi Avrupa'yı gezmek ve gezerken de en lezzetli şeyleri deneyip fotoğraflamak olan Ayşe, o kadar fotoğraf çekiyorum, 10 euroluk uçak biletlerinden faydalanıp orası burası geziyorum, bari bunları bir siteye koyayım da unutmayayım derken oluşan blog fikri aldı, yürüdü nerelere geldi..

Artık Ayşe ailesinin yanına döndü ama hala en büyük derdi başka yerler görmek ve gezerken yemek yemek.. Yazdım yazdım aylarca hiç kimse okumuyordu, gerçekten de bir günlüktü ilk zamanlarda, Türkiye'ye dönmemle beraber gitgide değişen bir şekil aldı, kendi hayatını yaşamaya başladı blog. İlk yazmaya başladığımda sadece 3-5 blogdan haberim vardı, şimdi hala inanılmaz güzel bloglar keşfediyorum hergün. Ne kadar çok kişi yazıyor, herkes ayrı telden çalıyor..


Aslında şu bakımdan blog ne kadar harika bir şey; normal şartlarda karşılaşmanız, tanışmanız mümkün olmayan bir sürü insanın kafasından geçenleri, tecrübelerini, günlük hayatlarını seyrediyorsunuz.. Gerçekten müthiş.. O yüzden kendimle ortak noktalar bulduğum bloggerlar kadar benden akla kara kadar farklı bloggerları okumayı da seviyorum.. Merak ediyorum daha önceleri bilgisayarı açıp maillerimi kontrol ettikten sonra ne yapıyordum ilk olarak.. Çünkü çok uzun süredir maillerden sonra sık kullanılanlarda alfabetik sırayla dizilmiş blogları geziyorum.. Çok çok iyi geliyor bana buraya yazmak ve sevdiğim blogları okumak.

Demem o ki, iyi oldu bu blog işi..

25 Mart 2007

Güzel şeyler..



Sokakta görsem tanımazdım kendisini aslında daha önce.. O kadar güzel ki, çiçeklerle konuşan kadınlara dönüşebilirim.. Daha çok yeni ama haftada bir su veriyorum, fazla suyunu alıyorum. Işık alan bir yerde ama ama direk güneş ışığı almıyor.. Ben ona iyi bakmaya çalışıyorum.. Umarım uzun ömürlü olur, baktıkça içim açılıyor.


Elimden bırakmadan okudum; iki gecede bitti. Bu aralar çok düşündüğüm, çokça aklıma takılan bir şey olan "Hayatta gerçekten nasıl mutlu olacağını keşfetmek" üzerine güzel şeyler buldum. İnci Aral'ın da 30.sanat yılıymış zaten, bence şık bir kutlama olmuş. Kitabın arkasından bir cümle:
Safran Sarı; para, güç ve başarı peşinde koşarken kimliklerinden, aşktan ve umutlarından uzaklaşan, sayıları gitgide artan otuzlu yaşlarında bir kesimin önce sevgiyi, sonra geleceğe olan inancını, en sonunda ruhunu kaybedişinin serüveni. Ben beğendim.. Günümüzün insanlarının gündelik koşuşturmalarını anlatan, İstanbul'da geçen kitapları neden bu kadar çok seviyorum? Doğumgünüme girerken ise garip bir şekilde uğur getireceğine inanarak okumadığım bir Dostoyevski kitabını aldım elime, ona başladım.. Hatta artık 25 oldum, 30 a az kaldı ya, gece yatmadan yüzümü çok güzel temizledim, yüzüme, ellerime, dudaklarıma ayrı ayrı nemlendirici sürdüm. Büyüdüm ya hani, daha bakımlı olacağım dedim.. Doğumgünüme böyle girdim, gel gör ki bir gece sonra doğumgünü kutlamasından oldukça çakırkeyif, tamam tamam sarhoş halde dönünce krem görecek halim filan yoktu, yüzümü yıkayıp, dişlerimi fırçalayıp, nemlendiricisiz uyudum ki bence o bile başarıydı :)




Hayatımda gördüğüm en güzel pastanın benim doğumgünü pastam olacağı varmış! Bayıldım bayıldım, sanat eseri gibi pastalar yapıyorlar gerçekten de. Kuki işi biliyor, insan yemeye kıyamıyor.. Beni her zaman çok çok mutlu edenlere teşekkür etmek kalıyor sadece..


not: 29 mart perşembe gecesi 22:00'de tgrt haber'de Emin Çölaşan vs İ.Melih. Heyecanla bekliyoruz.

22 Mart 2007

Gördün mü 25 oldum :)


Yarın yani 23 Mart benim doğum günüm.
25 yaşında oluyorum..
Haydi bakalım..
-----------
-----------
pastayı ne yazık ki yemedim şuradan aldım :)

20 Mart 2007

Jelatin Hanım'a mektup yazdım :)

Jelatin beni sobelemiş hatta "hadi hadi" yazmış, kristal avizeli Jelatin Blog'u anlatıyoruz bugün Aysesworld gözünden.

Sonradan dönüp okuyunca biraz sanki blogdan çok Jelatin Çiçek hanımefendiyi ne sanıyorum, ne olduğunu düşünüyorum, bende uyandırdığı duygular nedir konulu kompozisyon olmuş ama böyle geldi içimden..

Okuduğum çoğu bloga nasıl ulaştığımı bilmiyorum, hatırlamıyorum ama Jelatin'e nasıl ulaştığımı çok iyi hatırlıyorum. İtalya'da Türk yemeği özlemi çekerken keşfettiğim yemek blogları içinden evcini, oradan Simiole, oradan da Jelatin.. Blog kavramıyla tanıştığım zamandan beridir okuyorum neredeyse kendisini. 2006 Şubat ya da Martına denk gelmesi lazım onu ilk okuduğum zamanın, okur okumaz hemen 'Sık Kullanılanlar'a eklemiştim.. Uzun süre sessiz okuyucu olarak devam ettirdiğim takibi, ancak bir kaç ay sonra ses çıkartarak interaktif hale getirdim.
Aslında fazlasıyla vahşi gelmişti bana en başta, hatta çomak sokan, vurucu, iğneleyici postlarını hayretle okuduğum oldu. Zeka pırıltılarını görmemek için kör olmak gerek herhalde.. Sanırım Jelatin Hanım pat diye sevilen biri değil, yavaş yavaş sevilen biri.. Bu her zaman tercih ettiğim bir şey olmuştur benim. Bir şarkı çıkar hani, ilk başta sevmezsin sonra dinledikçe vay be ne güzel şarkıymış dersin, işte öyle bir şey :)

Dünyanın bir yerindeki sevgi kelebeği kadınlar çocuk sahibi olmak istiyor diye regl sancısı çekmek istemiyor mesela! Deli biraz bu Jelatin sanırsam :)

Oturup konuşasım geliyor onla, abla-arkadaş arası bir şey olarak. Merak ediyorum, hatırlamak istiyorum insan nasıl böyle düşünüyordu, çünkü tanıdık bana aslında. Ben sende 4 sene önceki halimi görüyorum yer yer sen saldırganlaştığında Jelatin! Galiba ister istemez ehlileşiyor insan. Ah söylemedim mi yoksa, o benden 4 yaş küçük! Abla de bana Jelatin! :)

Bi de ben küçükken bulduğum herşeyi ağzıma atarmışım (şimdiden pek farklı olmayarak), bunlardan da en ilginci bir sigara jelatinini ağzıma atmamı takiben onun boğazıma yapışması imiş. Babam dirseğine kadar sokmuş kolunu boğazıma, çıkarmış jelatini, boğulmaktan kurtulmuşum. Yollarımız çok önceden kesişmiş yani Jelatincim, hayatımın dönüm noktalarından birinde :)
Gitgide o vahşi hali çok sever oldum ben, 1 yılı buldu her gün sektirmeden girip bakıyorum, Superman'i hiç yakalayamadan! Elif Şafak okur gibi okuyorum ben onu. Bitirince aklıma takılıp kalan şeyler oluyor, bu ne güzel bir şeydir! Sen kesinlikle yazmalısın Jelatin. Şimdi bile etrafımdakilere "Ya bi kız var, 86lı, adı Jelatin, geçen gün şöyle bişey yazmış" diye anlatıyorum. Çok çok samimi, yapmacıksız ve derin görüyorum ben onu. Güçlü bir de, sağlam -evet bu iki kelimeden yapılmış yeni bir kelimeye ihtiyacım var-ama bu burnu havada bir salınım durumu değil, "Üzülürüm de, kızarım da sevinirim de; hepsi benim sorumluluğumdadır" gibi bir şey. Nevi şahsına münhasır diyorum daha yüzünü gözünü görmeden işte kalbimde öylesine güzel bir yeri var.

Kahve falı gibi güzel bir sebeple oldu ilk konuşmamız, gel gör ki Talihsiz Serüvenler Dizisi'ne dönüşmüş bir buluşma hikayemiz var, hala gerçekleştiremediğimiz. Ara ara çet yaptığım tek blogger da kendisidir an itibariyle!:) Buluşma yerimiz belli şimdiden, ben ona güzel bir yemek ısmarlayacağım, yüksek olasılıkla da şaraplarımızı yudumlayacağız yanında. Fazla gülmeyen ama çok eğlenceli, birlikte vır vır konuşacağımız bir Jelatin canlanıyor gözümde. Beni biraz hanım hanımcık bulacak diye de korkuyorum azıcık içten içe :) Bir de asıl adını bilmeme rağmen sanki devamlı Jelatin diyecekmişim gibi geliyor! :)

Şimdi bilemedim ben kime atsam topu; yazmak isteyen biri varsa Aysesworld hakkında, çok memnun olurum ben.. Jelatin yahu ben aslında senden duymayı da çok isterdim ama sen zaten yazdın.. Anyway I want feedback şekerim.

İyi gecelerrrr herkese!

Sen yanlış anladın herhalde, hanım kızımız jelibon değil, jelatin diyecek varsa, benim aklıma jelatin diyince gelen şey jelibon, google'da jelibon resimlerine bakarken de canım topik istedi, tavana yapıştırmak için.. İşte böyle.

19 Mart 2007

Size baba diyebilir miyim??

Bir kızın babasıyla karşılıklı rakı içmesi ne kadar keyifli bir şeydir, bunun yerini ne tutar bilmiyorum.. Bende kendine güven namına ne varsa onun eseridir diyebilirim tereddütsüz. Bugün bana bunu veren adamın doğumgünü.
7 yaş doğumgünüm olduğunu sanıyorum. Babam bıyıklıymış :)

O, her zaman beklentilerimi yukarı çeken bir figür oldu. Bu iyi midir bilmiyorum, sanırım önümüzdeki yıllarda daha iyi görebileceğim. Şundan bahsediyorum, haftada 2 gün elinde çiçekle gelen bir eş figürü var benim gözümün önünde yıllardır ve anneme 27 yıl sonra hala gidip muhteşem şık elbiseler alan, hediye alana kadar eli ayağına dolaşan bir adam, damak çikolatalar getiren.. En önemlisi ise ona bakışındaki ışık.


92 yılından kalma fotoğraf. Ben 10 yaşındayım, Mert 6. Şimdi bıyıklı değil babam çok şükür ki :) Ve şu an gerçekten de 15 sene öncesinden daha yakışıklı, Mert'in suratı neden boyalarla çizilmiş halde, ben o yaşta neden kafamda kocaman kurdelelerleyim tabii kimse bilmiyor :)


Bangır bangır Pink Floyd, Led Zeppelin dinleyen, Kieslowski seyretmeden sinema konusunda ahkam kesmememi öğütleyen ve çocuklarına iskambil oyunlarını görev bilinciyle daha küçücükken bunlar önemli şeyler diye öğreten bir adam o. Balık yemeyen insanların da hayattaki en büyük kaybedenler olduğunu düşünüyor :) İzmir'e tapan bir İzmir'li, Ankara'yı hiç sevmiyor..

Herkese öyle mi gelir bilmiyorum ama babamdan daha çok şey bilen kimseyi tanımıyorum :) En çok kitap okumuş, en çok film seyretmiş, en derin tarih ve coğrafya bilgisine sahip olan o benim için. Bildiğim şeylerin çoğunu ondan öğrendim.



Mert'in 2.doğumgünü.Yani 21 yıl önce. Babam yine bıyıklı:)


Gördüğüm, bildiğim, duyduğum tüm babalardan daha "arkadaş" bir baba olduğu için ona ne kadar teşekkür etsem az. İyi ki doğdun babacım..

16 Mart 2007

Salak Kadınlar

Duyup da, okuyup da delirmemek elde değil. Kopkoyu tenine sapsarı saçlarıyla bir nevi genç Kibariye olarak görüyorum Demet Akalın'ı; ki bence Kibariye sevimli bir kadındır. Demet Akalın hem sevimsiz, hem kıro (evet evet doğru kelime bu!) hem de kendi beyanatlarıyla çok aşikar şekilde Bush'la kafa kafaya giden IQsunu konuşturmayı iyi biliyor! Dünkü Hürriyet'in Kelebek ekinde şöyle yumurtlamış hanımefendi: "İki tokat atsaydı boşanmazdık". Bu incileri kendisine "Kumaşı bozuk" dediğini mecburen öğrendiğimiz kaşları alınmış eşi için söylüyor.. Vallahi kocası yapmamış ama benim kendisinin bu dileğini yerine getiresim geldi okuyunca.

Her fırsatta birbirlerini çok sevdiklerini söyleyen Demet Akalın, röportajımız sırasında samimi bir itirafta bulundu. Eşinin maço olmasından hoşlandığını söyleyen Akalın, "Ben boşanalım dediğimde Oğuz bana iki tokat atsaydı, ben dururdum. Şimdi Oğuz eskisi gibi değil. Olmasın da zaten. Biraz bağırsın, çağırsın" dedi...
Kalbini mi kırdımmm afedersinnn!
"18 gün oldu barışalı, daha kavga etmedik. Biliyor musunuz ben bir daha kopacağımızı sanmıyorum."


Bravo bravo! İlişkide, evlilikte istikrar nedir ki? İşte budur. Özel hayatında yakalayamayan varsa buyrun Demet hanımefendiden öğrensin artık kıstas budur. 18 gün kuralı. Aşkın ömrü 3 yıl değil, 18 gün, aldınız mı notunuzu? Güzel. Devam edelim...
"Biraz bağırsın, çağırsın! Ben ondan tırsardım ama korkmak da gerekiyor. Saygı, korkuyla eş değer yürüyor."


What is Saygı dear Demet? It is a pencil. Saygının korkuyla ne alakası var anlayan beri gelsin.


Biri bu kadına bir şeyler yapsın. Şimdi böyle diyen biri alenen "Ben koyunum, kendi aklım yok, biri bana "höt" demeden de ne yapıp ne edeceğimi bilemem." diyor sayılmaz mı? Madem ki kendi aklı yok; Allah akıl fikir versin de demiyorum, anca kendi de istediği gibi kocası 2 tane patlatsın diye diliyorum. Şiddete kendi karşı değil ben mi onun adına karşı olacağım! O kadar da anlayışlı değilim kimse kusura bakmasın! İbrahim Kutluay hayatını kurtarmış ki ne kurtarmak !!


Anket de aynı sayfadan, ben uydurmadım.
Böyle kadınlar oldukça biz istediğimiz kadar bas bas bağıralım "Kadına Şiddete Son!" diye; bir yere gideceğimiz yok. Gitsek gitsek İran'a gideriz.. Etrafımda da zaman zaman görüyorum kendisine asla davranılması gerektiği gibi davranmayan erkekleri baş tacı eden hemcinslerimi. Anlayamıyorum bir türlü..
Bir kadın maçoluktan hoşlanıyorsa aklıyla ciddi problemleri vardır, bu tartışmaya açık bir konu değildir. Normal bir kadın eğer ki hayatındaki erkek ona "şunu giyme bunu giyme" ya da "sen anlamazsın" gibi tavırlar içindeyken ya da onu adam yerine koyup da kendi kararlarını vermesine izin vermezken, kendi karar verme durumunda ise ortalığı birbirine katarken hala o adamın onu sevdiğine, saydığına inanıyorsa ya kendine güveninde kocaman boşluklar vardır ya da gerçekten aklıyla sorunları.. Başka birinin onu seveceğine inanmıyor diye görüyorum ben bunu, özgüven eksikliği diye bahsettiğim şey bu. Daha iyisini bulamam belki de, iyi kötü gidiyoruz işte mi diyor ne diyorsa.. Ekonomik özgürlüğü olan kadınlar yapıyor bunu bir de, tam delirmek için.. Ekonomik özgürlüğü olmayanları ayrı tutuyorum, sabır diliyorum..


"Yok öyle sevmeden birini mantık evliliği, beni bozar mı bozarrrr" di mi kız Demet, seni ne bozmaz ?


Neşeli bir cuma yazısı olsun istemiştim aslında, sadece dalgamı geçecektim Demet Akalın'la ama alamadım hızımı..


İyi haftasonları herkese!!! :)




13 Mart 2007

Pret-a-porter post

Kafam dağılsın diye içinden tezat oluşturan beyaz tavşan geçen kıyafet postu..
(And if you go chasing rabbits
And you know you're going to fall..)

Sana da oluyor mu?
Bir tane kıyafet belirliyorum kendime.
İstemsiz.
Adını da kurtarıcı kıyafet koyuyorum.
Devamlı ona gidiyor elim.
Yandaki t-shirt bu kışın kurtarıcı kıyafetiydi.
Sanırım bütün kış en çok bunu giydim.
Üzerine de annemin ördüğü kırmızı bolero ki bolero giyeceğim aklımın ucundan geçmezdi..
Boynumda da hiç çıkarmadığım anneme ait saatli mücevherimsi kolye.
Bu kışı bunla geçirdim..
(..Tell 'em a hookah-smoking caterpillar
Has given you the call
Call Alice when she was just small)

Bu yıldızlı bluz bence baharın kurtacırı kıyafeti olacak.
Kalın kemerleri ve skinny kotları çok sevdim.
Saatli kolye her şeye uyuyor, ona da devam..
Şöyle doğru düzgün dümdüz sıfır yaka bir beyaz t-shirt bulmak neden bu kadar zor?
Bulamıyorum..
(When logic and proportion
Have fallen sloppy dead..)

Sonunda kışın başından beri aradığım kırmızı ayakkabıyı buldum. Her taraftaki rugan manyaklığı devam ediyor. Ben rugan ayakkabı giyemem, çok tuhaf geliyor, çocukluğumdaki beyaz rugan ayakkabılarımı hatırlatıyor. Hem kırmızı hem topuklu hem rugan olursa bir ayakkabı onu anca Samantha Jones giymeli sanırım.. Neredeyse tüm mağazalarda var, ama sokakta hiç görmüyorum.

Rugan olmayan ve yürünebilir topukboyunda (Haha! Biraz gayretle sanırım o da olacak!) ve gayet güzel bir fiyata buldum, aldım, giyiyorum.. Anoreksiya hastalarınınki kadar büyük ayakkabı takıntım keşke biraz daha az yememe sebep olsa.. Ayakkabım 36 numara olmasına rağmen neden bu kadar kocaman görünüyor anlamıyorum :) Yandan görünce şaşırdım! Hımm bi de sanki kotun paçası biraz kısalsa iyi olacak.

(..And the White Knight is talking backwards
And the Red Queen's off with her head..)
Bugünden itibaren sıcaklıklar 10 derece civarı düşecekmiş. İyi bari. Bugün 20 dereceydi. Mart ortası.. Belki de kutuplardaki buzlar eriyip Ankara Venedik'e dönmeden, bu kışın başından beri giyilmeyi bekleyen annemin hediyesi şirin eldivenlerimi ve annemin ördüğü pembe örgü çantamı son kez kullanma şansımdır bu. Evet küresel ısınmayla ilgili tek endişem bu.


(Remember what the dormouse said
Feed your head, feed your head)

9 Mart 2007

Tangerino Mandarino!

Mandalina ağacı. Minicik ama ağaç. Çok tatlı.

Geçenlerde
Şeker Portakalı'ndan konuştuk.. Okumayan var mıdır ilkokulda? Sonra da Güneşi Uyandıralım.
Büyüdük de Vasconcelos'a "Vaskonselos" diyoruz! :) Mandalina ağacımıza baktıkça aklıma Şeker Portakalı geliyor.. İçim açılıyor.

Bu havalar yüzünden yakında "Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır" atasözümüz tarih olacak farkında mısınız? Kazma küreği bırak kapı pencere açık..


Şimdi bu mandalinalar olgunlaştığında nasıl yiyeceğiz ki? Yazık onlara :)


Tamamen başka bir konuya zıplayıp üzerinden fazla vakit geçmeden Ankara'ya 1-4 Mart tarihleri arasında uğramış olan İf 'ten bahsetmek istiyorum. Seyretmek istediğim bir çok film vardı, kısa bir "o piti piti"den sonra bir filme karar verdik. Zaten bu senenin en iyi yabancı film oskarını kaptığı için seyretmek farz olmuştu. Öncelikle bir pazar akşamı 21:45 matinesinde 140 dakikalık ve ara verilmeyen bir festival filmini seyretmek için salonu tıka basa doldurmuş Ankara seyircisine kocaman bir alkış istiyorum! İşte budur.

Film "Başkalarının Hayatı". Alman yapımı. Festival'in hit filmler kategorisinde yer alıyor. 140 dakika su gibi akıyor. Duvar yıkılmadan önceki Berlin'de geçiyor. Ben fazla konuşmayayım, seyredin diyeyim sadece..

Görmek istediğim daha bir çok film vardı, seneye daha organize olup seyredebildiğim kadar çok film seyredeceğim festivalde. Senelerce neden Ankara'da böyle şeyler olmuyor diyip de, olunca hakkını vermemek ayıp olur (zira).

Üçüncü konu başlığımıza gelirsek ise şöyle bir şey oldu; bana has mı bilmiyorum. Sitemeter'ım bozuldu. Dün öğlen 1'den beridir sıfırda takıldı kaldı. Haliyle kim geliyor gidiyor hiiiç haberim yok. Öyle başı boş blog mu olurmuş! Bundan böyle blogda içtima var efendim, yoklama alacağım her gün! Sitemeter'ın keyfi olup da geri dönmeye karar verene kadar blogda sıkıyönetim ilan edilmiştir :)) Ben mi becerip bozdum kendi mi tatile çıktı, anlamadım gitti, evine dön sitemeter..

Haftanın son iş, okul etc saatleri hızlıca geçsin, herkes güzel bir haftasonu geçirsin!

7 Mart 2007

Kadının kalbine giden yol midesinden geçermiş

Konuya bir girizgah yapmıyorum. Niyetimi açık ve net ortaya koyuyorum. Yemek yapan erkek kadar harika bir erkek modeli var mı dünyada? Ah ne düşünceli, ne hamarat gibi değil. Baya bildiğin seksi işte..

Senelerce ekranlarımızda şirin mi şirin, tombalak ve hatta şişko Ümit Usta'lar gördükten sonra "yemek yapan erkek" olarak gözümüzün önüne Brad Pitt benzeri erkek aşçılar gelmemesi pek tabii ki bizim suçumuz değil. Lakin, hala bu fikrimizde diretirsek hata etmiş oluruz. Çünkü "yemek yapan erkekler" dünyası bir hayli değişmiş sevgili okuyucu.
"The Naked Chef*" ile henüz tanışmadıysanız, Ayse's World proudly presents: Jamie Oliver.

Kendisini birkaç aydır Digiturk'ün pek de işe yaramayan ShowPlus kanalındaki Oliver's Twist 'ten tanıyorum.. Televizyonda rastladığım yemek programlarını seyrederim, bir defterim var, beğendiklerimi not alırım (ev kızı olmanın tüm gereklerini yerine getiriyorum efendim kimsenin şüphesi olmasın) ama bu programı ilk seyrettiğimde gerçekten de diğerlerine benzemediğini anladım. Daha sonradan anlayacağım üzere Jamie Oliver, Oliver's Twist isimli seride her programda kendi arkadaşlarına, ailesine, tanıdıklarına, kendi mutfağında yemek yapıyor. Benim rastladığım o ilk programda ise bir grup çocuğa çeşit çeşit tatlılar yapıyordu. Dondurmamsı, çocukların bayılacağı türden tatlılar.. En sonunda yemek masasının üzerine bin türlü bonibon (ben m&m bilmem, onlar bonibon), jelibon, çikolata parçacıkları döküp saçıp, çocukların ellerindeki tatlıları masanın üzerinde sürümek suretiyle istedikleri şekere bulamasına izin vermişti. Zıpzıp zıplayan çocuklara bakarak keyiflerinin gayet yerinde olduğunu anlamak mümkündü, hatta kendilerini kaybetmişlerdi diyebiliriz. O an televizyonda böyle bir şey görmenin şokuyla kardeşim ve ben onları çok kıskandık..

Jamie çok yakışıklı değil, beğendiğim erkek "dış görünüşü" standardına da hiç uymuyor ama gel gör ki adam bir maydonoz kesiyor, bu kadar olur yani.. Şu kocaman bıçaklarla, bıçağı tahtadan hiç kaldırmadan, çok zor bir şey ama adamın işi bu tabi, yine de güzel kesiyor işte! :) İngiliz aksanı ise başlı başına ayrı bir konu zaten.. Mütemadiyen "lovely" diyor, taklit edemiyorum! Çok sıcak kanlı, pratik, neşeli ve komik. Tüm avucuyla limon sıkıyor, limonlu eliyle zeytinyağı şişesini alıyor, yemeğin üzerine döküyor.. Seviyorum işte bu halleri çok. Vespasına atlayıp o günkü yemek için alışverişini de seyrediyoruz.. Güzel şeyler yapıyor evet ama sonuç pek de önemli değil, önemli olan süreç :) İngiltere'de oldukça fazla popülermiş, kitapları, DVD'leri kapışılıyormuş falan filan, aman eksik kalmayalım...

Şimdi yemek yapan erkeklerden söz açılmışken Jess'ten bahsetmemek olmaz. Siz onu hala VJ sanıyorsanız yanılırsınız, kendisi sabahları Kanaltürk'te "Yemek Bahane" isimli bir yemek programı yapıyor. Garip olan şu ki, Jess yemek yapmayı bilmiyor. Set ekibinin yardımlarıyla günü kotarıyor, basit tarifleri canlı olarak hazırlıyor, hazırlamaya çalışıyor.. Devamlı soru soruyor, birşeyler beceremediğinde ise çok şirin oluyor. Bahsettiğim aslında biraz bu. Güzel duruyor..
Bir erkeğin yemek yapmasını, mutfağa girmesini çok hoş buluyorum.. Ben demiyorum ki adam gitsin eksantrik yemekler hazırlasın (aslında diyorum) ama evde mutfağa girip orjinal bir şeyler yapan bir erkek bence her zaman hanesine artıları yazdırır.. Ya da en azından benim gibi yemeği sadece doymak olarak görmeyenler için..
* The Naked Chef lakabı, Jamie'nin yemek yaparken striptiz yapmasından filan değil, bir yemeğin güzel olması için içinde fazla zerzevat (baharat, sos, bin tane malzeme) bulunması gerekmediğine dair savını desteklemek için yiyecekleri olabilecek en sade hallerinde bırakmasından geliyor.

4 Mart 2007

Miniminnacık Minna's bistro

Hayatımda gördüğüm en küçük restoranlardan biri burası sanırım. Miniminnacık. Daha önceden Pişti'ydi, şimdi Minna's olmuş. Her bakımdan bir çok değişiklik olmuş. Diğer halini de severdim, bu halini daha çok sevdim. Güzel bir anım var burada. Sanırım 3 sene olmuş. Vay be! Okul arkadaşlarımla buraya gelmiştik bir 14 Şubat'ta. Kimsenin sevgilisi yok, dedik mal mal oturmayalım evde bari, biz de sevgilisiz bir şeyler yapılabilecek bir yerlere gidelim. Pişti'ye geldik kimden çıktı fikir hatırlamıyorum ama süper fikirmiş, Baran'dır heralde :) Çok gülmüştük saçma sapan.. O sene süper bir sevgililer günü geçirmiştim..

Bu sefer son anda karar verilen bir doğumgünü kutlaması için Minna's a gittik Cumartesi akşamı. Kaç zamandır önünden geçerken gözüm takılıyordu, bir kaç kez karaoke yapıldığını gördüm dışarıdan (karaoke'den korkuyorum, evet evet korku bu; sevmek sevmemek değil). Sonra bu ara blogda adı sık sık geçen deli arkadaşım Ayşegül, yemeklerden çok memnun kaldığını belirtmişti, hem de "Lübnan mutfağı" imiş. Lübnan mutfağı ne ola ki diye sorular geçti aklımdan.. Aklıma geçenlerde evde felaketle sonuçlanan "Felafel" denemem geldi. Şıpır şıpır yağlı yanık topçuklar elde ettim. Lübnan mutfağı ile ilgili fikrim de bundan ibaretti..

Son 2 haftadır Ankara'da ne kadar çok yabancı olduğuna şaşıp kalıyorum. Minnas'ta da çoğunluk yabancılardı, 2 hafta önce gittiğimiz Amarillo'da da durum böyleydi.. Gerçekten garip bir durum. Çoğunluk diyorum yahu!


15 kişiyi bulan kutlama yemeğine anca 10'da başlayabildik. Çok çok çok memnun kaldığım bir karışık Lübnan tabağı istedim, masaya gelen diğer yemekler de çok güzel görünüyordu. Lübnan tabağı felafel (falafel ve felafel arasında kaldım, anladığım kadarıyla Türkçe'de felafel olarak kullanılıyor ama orjinali falafel), humus, 2 değişik çeşit içli köfteye benzeyen köfte (kıbbe idi bir çeşidin adı), ızgara hellim peyniri (lübnan mutfağı ha??) ve bulgurlu, maydonozlu, domatesli bir salatadan (tabbule) oluşuyordu.. Bunlar ne böyle derseniz şöyle yapılıyormuş, ben denemeyi düşünüyorum, başka düşünen varsa tık. Bir de unutmadan yemek inanılmaz doyurucuydu..

İlk defa Kayra şarap denedik. Buzbağ. Bence fazla hafif bir şarap. Su gibi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Karaoke başladı. Mekan bu kadar küçük olunca mikrofonun kimde olduğunun da pek önemi olmuyormuş, hepbir ağızdan söylenen şarkılarla devam etti gece. Belli bir saatten önce çok slow parçalar listeye alınmasa daha iyi olmaz mı? "Can't take my eyes off of you" üzerine Sezen Aksu'dan "Vazgeçtim" çalmasın di mi?? Mikrofonu elime hiç almamış olsam da (herkesin faydasına olur bu inanın ki) Karaoke aslında eğlenceli bişey.

Minna's keşfi için mutluyum. Orjinal bir mekan. Farklı mutfakları Ankara'da tadabilecek yerler arttıkça seviniyorum.. Fiyatlar Ankara'nın Nişantaşı'na tekabül eden (peh!), Arjantin Caddesi'ne göre gayet makuldü ve inanmazsınız içeride hiç Barbie'ye benzeyen tipler yoktu.. Yazın bahçe çok güzel olur diye aklımızın bir kenarına yazıyoruz, yaza ne kaldı ki bir de o zaman görelim diyoruz..

Ankara'ya yağmur yağıyor.. Ya ben çok özlemişim ya da gerçekten çok güzel yağıyor.. Bardaktan boşalırcasına mı; yoksa bardaktan boşanırcasına mı? :)
Aman yağsın, yağsın da Melih Gökçek Kızılırmak'tan su getirip bizi kurtaracağına (hahayt) Akay'dan Eskişehir yoluna çıkan dünyadaki en abuk yolu düzeltsin..

Karanlık iç mekanlarda fotoğraf çekme konusunda dertliyim. Flaş sevmiyorum, flaşşsız halini de photoshopta ancak bu kadar düzeltebildim.. Puff :(
Not: Sigara sağlığa zararlıdır :)

2 Mart 2007

Ne kadar mutlusun?



Bugün ODTÜ'ye gittim. Eski okuluma. Okuluma. Sınıflandırılmalardan hiç hoşlanmasam da, kendimi ait hissettiğim tek yer olan o kampüse. Orada daha çok vakit geçirmiş olmama rağmen TED'li hissetmedim kendimi hiç, ama ODTÜ'lü hissettim, hissediyorum. Saçma sapan zorlukta olmasına rağmen muhteşem bir üniversite hayatı geçirdim. Bölümde proje teslimi için bölümde sabahlamalar, kahveler, kortardaki kingler, hava güzelleşince şaraplar, biralar, şenlikler, çarşı, hocam, kumpir, çimler (ne kadar çok vakit ne kadar çooook), kütüpanenin sesli kısmı. İzole bir dünya Ankara'nın donukluğunda ODTÜ. Bir vaha. Gerçekten öyle. Hayatımın en güzel dönemi. Şu ana kadar. Hep öyle mi kalacak?
Dersten önce giderdim bazen.. Erkenden. Kortlara. Çimlere. (ODTÜ'de kortlar, gerçek manasından uzaktır benim için, bir çok kişi için. Tenis kortlarının önünde oturma grupları vardır tıklım tıklım, bir de büfe, çay almak için) Bulmacamı bir de çayımı alırdım. Tek başıma dersten önce oturup bulmaca çözerdim. Etrafıma bakardım. O çok sevdiğim etrafıma. Nefes alabilirdim orada. Herkesin kendi derdinde olduğu o etrafa.. Ne kadar büyük bir huzur kaplardı içimi. Aidiyet. Her sabah mutlu gittim okula. Bu o kadar önemli ki..

Bugün ODTÜ'ye girerken kapıya kimliğimi bıraktım; çok ağırıma gitti. Benim okulum orası, ama ziyaretçi kartı aldım. Bilen bilir garip bir mantıkla ODTÜ Pentagon gibi bir yer, girmek çıkmak bir mesele. Daha önce şenlik zamanı dışarıdan arkadaşlarımı sokmak dışında pek oralı olmadığım bir problemdi bu. Bugün baya saydırdım.

Kütüpanenin yanan ışıklarını gördüm, kortlarda soğuğa rağmen bira içenleri gördüm, kampüste sarılıp yürüyen sevgilileri gördüm, stadyumdakileri gördüm. Hazırlıkta ne kadar küçük olduğumu hatırladım, 4.sınıfta ne kadar büyük olduğumu sandığımı hatırladım, şu an ne kadar büyük sanıyorum kendimi onu hatırladım. Kocaman iç çektim o zamanlarıma. O kadar derindi ki gözlerim doldu.

Bir daha hiç o kadar mutlu olabilecek miyim? Bilmiyorum...
...