29 Ekim 2009

pembe kurdeleli, mikserli, karıştırma kabı içinde pembe kremalı kolye!

Sanırım hafta ortasında bir günün tatil olması çok da iyi değil. Haftasonu ile birleşmediği için tatile de gidilemiyor. Yine de bir gün işe gidip tekrar haftasonu olması fikri de fena değil. Kırk yılın başı tamamen boş bir gün oldu diye benim gibi tüm gün 65 bölüm kadar How I met your mother seyrederseniz gözleriniz çukura düşebilir. Ama Ted Mosby dünyanın en şeker varlığı ve Lily ile Marshall da dünyanın en süper çifti.
*
Yandaki kolyeyi etsy'de gördüm ve şu ana kadar gördüğüm en harika kolye olduğunu düşünüyorum. Kim bu kadar müthiş bir şeyi akıl edebilir ki?
*
Avokado ağacım hiç büyümüyor. Şimdiye biraz kök salmış olmalıydı. Galiba Ankara'nın iklimi tropik değil.
*
Elma şekeri yapacağım. Bildiğimiz koskoca kırmızı yapış yapış pamuk prenses elma şekeri. Isırınca çıtırdayan şekerle kaplı. Amaaaa kırmızı parlak yüzey de bonibonlarla kaplı olacak. Haftasonu beni bekleyen doktor muayenesinden sonra da oturup 5 tane elma şekeri yiyeceğim..

28 Ekim 2009

Haydaa!

Herkes eski hayatında Kleopatra ya da Nefertiti olacak değil ya.. Ben eski hayatımda kesin Mustafa Ceceli denen adamın karısı, sevgilisi öyle bir şeyiydim. Ben o adamın sesini bir yerden tanıyorum. Sesi, ne olduğunu hatırlayamadığım bir şeyler çağrıştırıyor; duyunca içim kötü oluyor. İşin tuhafı bence sesi öyle güzel bile değil. Tipi konusuna hiç girmeyelim. Gerçekten.
*
Kafamı karıştıran iki nokta var:
1. Ben o eski hayatımı yaşayıp bitirmişken, Mustafa Ceceli neden hala Mustafa Ceceli olmaya devam ediyor, onu bilemiyorum.
2. O kadar büyük kafalı biriyle evlenmiş olmam mümkün değil.

25 Ekim 2009

ben iyiyim.

Ne zamandır bir header yapmak istiyordum, sonunda oldu. İnsan bir şeye üşeniyor üşeniyor sonra o şey 5 dakikada bitiverince kendine gıcık oluyor. Yap işte bir şeyi aklına gelince. Yok.
*
Cuma gecesi çok içtik. Ben zaten ne biçim bir bünyeye sahibim hala anlayamadım. Bu kadar mı ruh haline bağlı gelişen sarhoşluk olur. Bazen aynı miktar (utandığım için yazmıyorum!) hiiiç etki göstermezken, bazen çok fena dağıtabiliyor. Moralim bozuk olunca galiba 2 kat etkili oluyor benim üzerimde alkol. Sanırım Kurtuluş bir daha çalıştığı yerin lokaline gidemeyecek bizim yüzümüzden; haliyle biz de gidemeyeceğiz oraya :) Nurşah da bizimle ilk defa yemeğe gelmişti. Çok süper bir giriş oldu onun için Çandarlılılar grubuna. Biz hep böyle değiliz Nurşahcım, gerçekten aslında çok aklı başında insanlarızdır! Özellikle ben bak. Onlar hep böyle sulu, zevzek filan; ben arkadaş kurbanıyım. Allahım lütfen kimse Ufuk'un dediklerini duymamış olsun :)
*
*

Pazar günü Baran, konuşan bir yemek yedi. "Dikkat içimde kürdan var!" diyen Tavuk Midye ne kadar da düşünceli bir yemek, keşke balıklar da kılçıklarını haber verseler. Bu garip olay elbette ODTÜ'de cereyan etti. Ankara'da Ekim sonu hala mükemmel hava.. Çoktan botları çizmeleri giymiş olurduk biz. Ben çok memnunum bu durumdan, birazcık daha devam etsin lütfen. Türk kahvesi + Salem + Lezzet Şöleni miydi Şelalesi miydi ne öyle bir tatlı. Bu ara bol bol serotonin salgılatmalıyım kendime. Yürüyüş yapalım dedik. Baran bizi başıboş köpeklerin dolaştığına dair tabelalar bulunan Yalıncak yürüyüş yoluna soktu. Okul gerçekten meditasyon yeri. İçinde koskoca bir orman var. Ben toplam 1 ayda yürüdüğümden daha fazla yürüdüysem ve neredeyse tam bir ODTÜ turu attıysak da, yine de Baran'a yaranamadık. Bu yürüyüş çok iyi geldi. Elbette tempolu filan değildi, bildiğin salına salına, sağa sola takıla takıla (ikileme ikileme!) yapılan bir yürüyüştü. Havalar iyice soğuyana kadar her pazar yapılabilir bence.
*
Dexter'a mı yoksa How I met your mother'a mı başlasam diye düşünüyorum. Nevra şu an için How I met your mother'ın bana daha uygun olacağını söyledi :) Kandid'i okuyor olmak da sanki kozmik bir gücün bana hediyesi.
*
Ankara'da domuz gribi sebebiyle biri öldü ve daha hava 25 derecenin altına bile inmedi. Ben çok paniğim ama kimse benim kadar ciddiye almıyor. Okullar da bir hafta tatil oldu. Çok korkuyorum. Biz bu konuyla baş edemeyeceğiz ve aslında tedavi edilebilecek birçok vaka ihmalden güme gidecek diye ödüm patlıyor. Bugün bir alışveriş merkezinde maskeli insanlar gördüm. Galiba bu alışkanlığı edinsek iyi olacak. En azından paranoyadan delirmekten iyidir.

23 Ekim 2009

bir şeyi kırk kere söylersen olurmuş.

Eğer ki şu an bir Hollywood filminde yaşıyor olsaydık, benim kollarımı yana doğru kocaman açıp, yüzümü yukarı çevirip "Why is this happening to me?" diyeceğim ve bunu dememle, üzerime sağanak yağmurun boşalacağı sahnede olurduk..
*

22 Ekim 2009

ruh ikizimi buldum :)


Hayatım bir taraftan ne kadar güzel gidiyor. Bir taraftan.

20 Ekim 2009

Altıkırkbeş yayın.

Kitapların basım detaylarını anlatan sayfasını baştan sona okumayı severim ben hep nedense.
Meğer bir nedeni varmış.
O neden, Kafka'dan Açlık Sanatçısı'nı okurken bu güzel sayfayla karşılaşmakmış.

19 Ekim 2009

Antichrist

*

Charlotte Gainsbourg Cannes Film Festivali'nde en iyi kadın oyuncu ödülünü aldığından beri Antichrist için gitgide artan bir merak duyuyordum. Lars von Trier benim çok saygı duyduğum, yaptığı her şeyi takip ettiğim bir yönetmen ama onu her zaman anlayabildiğimi söyleyemeyeceğim.
*
Breaking the Waves ve Dancer in the Dark'a bayıldığım, Dogville'i hiç sevmeyip, The Five Obstructions ve The Boss of It All'dan da resmen bir şey anlamadığım için kendisine karşı karmaşık duygular besliyorum. Sevmediğim ve anlamadığım işerini de ilginç buluyorum. Ne yapsa seyretmek istiyorum. Antichrist daha fragmanı ile aklımı başımdan almıştı. Filmin her saniyesini ağzım açık seyrettim. Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg o kadar inandırıcıydılar ki, sanırım artık ikisini de bu filmdeki karakterlerinden bağımsız düşünemeyeceğim.
*
Antichrist, bebeklerinin oldukça trajik ölümünden sonra çıkış yolu arayan bir anne babanın hikayesi aslında ama asıl konu, içsel acının nasıl fiziksel bir hale gelebileceği, travmalar sonucu insanın gerçeklik duygusunu kaybetmesininnasıl olası olduğu, hesaplaşmaların ne kadar can yakıcı olabileceğiydi bence.Türkiye'de gösterime girebileceğini sanmıyorum. Çok fazla şiddet ve cinsellik içeriyor.. Fragman için burası.
*
Antichrist ayrıca bana göre tüm zamanların en etkileyici başlangıcına sahip filmlerden biriydi.. Filmin sonunda Andrei Tarkovsky'ye adandığını görmek ise beni tekrar hayata döndürdü. Vay be dedim. Ağzımı kapatabilmem de sanırım bu dakikalara denk geliyor.

15 Ekim 2009

tribal enfeksiyon

Ankara'da domuz gribi patladı. Ben bu konuda çok önceden paranoya geliştirmiştim. Hayretle fark ettim ki, olay insana uzaktan daha korkutucu görünüyor; içindeyseniz garip bir kabullenmişlik çöküyor. Hayır, domuz gribi değilim. Ama sapasağlamken taa Güney Amerika'daki gripten ödüm patlıyordu, tam ben hayatımın en ağır gribini sürünerek geçirirken yaşadığım şehirde salgın başlayınca sakin sakin televizyon seyretmeye devam ettim. Başıma geleceğine hiç ihtimal vermediğimden değil, olduysa da oldu artık diye düşündüm.
*
Ben hayatım boyunca gribi asla ciddiye almadım. Belki de, çok sevdiklerinin ciddi sağlık problemleriyle uğraşmak zorunda kaldığı için böyle eften püften rahatsızlıkların huzur bozmasına, keyif kaçırmasına hiç pabuç bırakmayan annem sayesinde böyle oldu bu. Ben kendimi bildim bileli grip oldum mu ilacımı alıp, okula da gittim, işimi de yaptım. Mızırdandığımı da bilmem. Babam da zaten her zaman "Grip işte. İlaçla 7 gün, ilaçsız 1 haftada geçer" der. Hakikaten de öyle olur. Halsiz hissetmek, azıcık öksürük, azıcık burun akıntısına ağlayıp sızlanmak, şu hayatta çok ciddi problemlerle boğuşan insanlara haksızlık. Tüm belirtileri ortada, teşhisi -tedavisi belli bir şeyi geçirirken sanki bu bir tek sizin başınıza geliyormuş gibi davranıp, tragedya sahnelemek hakikaten pek de mantıklı değil. Velhasıl (galiba hep bu kelimeyi kullanmak istemiştim!), ben de bugün kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Bir günü bile evde geçirmek mucize sonuçlara yol açıyor, ben anca 2 günde toparladım.
*
Salgının şehrinize varması elbette hiç hoş değil. Paranoyaklık yapmak istemesek de aklımızda soru işaretleri beliriyor. Benim daha önce yataklara düştüğüme pek şahit olmamış annem ve babam, acaba bir ihtimal diye düşünerek -bunu da bana pek çaktırmadılar tebrik ederim- Ankara'da domuz gribi şüphesiyle ne yapılır diye araştırmaya başladılar. Öncelikle evimiz yakınındaki kliniklerle konuşuldu. Sonuç çıkmadı. Daha sonra Ankara'nın en büyük laboratuvarlarından olan Düzen'le konuşuldu, yine bir sonuç çıkmadı. Uzun lafın kısası, Ankara'da bu test sadece Hıfzısıhha'da yapılıyormuş. Oraya da elini kolunu sallayarak "ben domuz giribi miyim, bi bakar mısınız?" denemiyormuş. Önce bir doktora gidiyorsunuz, doktur muayene sırasında şüphelenirse sizi Hıfzıssıhha'ya sevk ediyor. Anca bu şekilde test yaptırabiliyorsunuz. Şunu konuştuk: "Bu sadece bir virüs değil mi?" Herhangi bir laboratuvar bunu neden basit bir kan analizi ile teşhis edemiyor? Önümüzdeki aylarda büyük bir salgın beklendiğini söyleyip bizi panikleten bakanlık, acaba bu konuda bir şeyler yapmayı düşünüyor mu,;yoksa Hıvzıssıhha'da arbede çıkana kadar bu konu gündeme gelmeyecek mi? Hastalığın ilerleme hızı da göz önüne alırsa, yine işimiz dualara ve şansa kaldı demektir.
*
Aşı konusu ise apayrı bir kargaşa. Bu kadar belirsizlik varken, ben aşı olup olmama konusunda bir karar veremiyorum.
*
Bence bol bol vitamin alın, işyerinizdeki hasta insanları evlerine gitmeleri için ikna edin, kalabalık ortamlarda bulunurken de maske takın. Açıkça görülüyor ki, Türkiye duruma hiç hazırlıklı değil (büyük sürpriz!) ve bu virüsü kapan, kendi başının çaresine bakacak.

14 Ekim 2009

selpak cumhuriyeti

Artık gribim öyle tuhaf bir hale geldi ki, dün beni işten eve yolladılar. Bugün de yerimden kalkamıyorum. Neyse, sonuç olarak dandik bir grip ve tek problem dayak yemiş gibi hissedip, nefes alamıyor olmam. Dün Nevra telefonda sesimi duyunca "Ayşeeeee o senin sesin miiiii" diye bağırdı. Evet benim sesim. Erkek olsam sesim nasıl olurdu onu görüyorum. Çözümsüz problemler uzak olsun, grip dediğin 1 hafta. Yarına toparlarım heralde. Bugün oturma odasında battaniye, mercimek çorbası ve yarısında uyuyakalınmış filmler günü olacak.

*
Beni uzun zamandır en çok heyecanlandıran şey ise işte burada:
Johnny Depp, Tom Waits, Heath Ledger, Jude Law.

11 Ekim 2009

areket

Quente'ye gittik. Neredeyse gut oluyorduk.
Sistem enteresan. Fiks menü ama bildiğiniz fiks menülerden değil. Herkese mezeler geliyor. Ortaya da gayet başarılı bir salata ve peynir tabağı. Buraya kadar her şey normal. Sonra et faslı başlıyor. 8 çeşit et masaya koskoca şişlerde geliyor. Masanızda dilimlenip size servis ediliyor. Her gelen etle ilgili bilgi veriyolar. Aslında fiks menü sınırsız et içeriyor ama ben hangi babayiğit gelen 8 çeşitten sonra hala et yiyebilir bilmiyorum. Bizde yeme potansiyeli çok yüksek kişiler olmasına rağmen 8 kişinin içinden kimse devam etmedi. Ben şahsen 4. çeşitten sonra kendimi ağzımı açarsam alev çıkarabilecek bir ejderha gibi hissetmeye başladım. Ama elbette durulması gereken yerde durmayıp tüm çeşitleri denedik. Benim favorim dana bonfile ve antrikot oldu. Yemekten sonra yarım saat boyunca hepimize bir şeyler oldu, yerimizden kalkamayacağımızı sandık ama Türk kahvesi mucizesi yine işe yaradı. Sonuç olarak et konusunda sınır tanımam diyenler için bence burası arena. Gidin görün sınır tanıyor muymuşsunuz :) Can'ların da Bursa'dan kalkıp gelerek sürpriz yapmasıyla akşam iyice güzelleşti. Yemekten sonra Selçuk'larda içki oyunu. Hayatımda gördüğüm en manyakça şey olduğunu söyleyebilirim ama bu kadar eğlenceli birşey daha görmemiştim. Neden daha önce bilmiyordum diye üzüntü içindeyim. H harfini tekrar kullanmaya bu hafta içinde başlarım herhalde! :) Gece burada da bitmedi.. Sanırım tahminimden daha gencim! Ya da iyi ki Ayşegül arabaya bir çift babet atmıştı :)
*
*
*
*
*

O gecenin üzerine Ankara'nın günlerrrrdir 27 derece civarı olmasından istifade Odtü'de kahvaltı. Okul yine bana çok iyi geldi. Çatı'nın açık büfesi. Ufak bir yürüyüş. Türk kahvesi. Önceki gecenin kritiği :)
*
(500) Days of Summer sanırım çok büyük beklentiyle gittiğim için beni hayal kırıklığına uğrattı. Güzel olmasına güzel ama benzeri filmler var, pek de ilginç gelmedi bana. Imdb benimle aynı fikirde değil. Herkes her zaman aynı fikirde olmak zorunda değil, değil mi?
*
Her şey aslında ne kadar berrak. Tam tersini, her şeyin bulanık olduğunu düşündüğümüz zamanlarda gözümüze toz kaçıp kaçmadığını kontrol etsek sanırım daha iyi olacak.
*
Bir de grip oldum ama Vicks kokusunu özlemişim, onu fark ettim :)

8 Ekim 2009

MAG Ekim!

MAG Ekim sayısında "Çocuk da yaparım, kariyer de" konusu hakkında çok mühim fikirlerim yer alıyor. Buyrun:

Yazı burada!
sahife 114.

7 Ekim 2009

Abla yaş kaç?

Markafoni'de Swatch Bijoux satışı başladı. Ben her şeyi çok beğendim. Muhtemelen ben karar verene kadar hepsi biter. En güzeli renkli yüzük ama sanki.
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*
*

Sonunda kendime bir yağmur botu aldım ama bu yandaki kadar güzel değil benimkisi. Cupcakeli olsaydı benim aldığım yerde, hemen onu alırdım.
*
*
*
*
*
*
*
*
**
*
*
*
*
*
*
*
*
*


Pembe marshmallow yedim, hiç 27 yaşında gibi hissetmedim bunu yaparken. 10 tane daha olsa onları da yerdim.
*
*
*
Ivır zıvırı neden bu kadar çok seviyorum bilmiyorum.

6 Ekim 2009

ankara'dan yeniler

İnsanların işine gücüne karşı olan özensizliği beni her zaman şaşırtan şeylerden biri. Bir süre önce İran Caddesi'ni Arjantin Caddesi'ne bağlayan sokakta Chevalier isimli bir café açıldığını görmüştüm. Dışarıdan hoş görünüyordu. Bugün aklıma geldiğinde internetten kontrol etmek istedim. Web sitesindeki menüye bakarken mekana gitmeyeceğime karar vermiştim bile. Kim daha steak'in (steack!), fettucini'nin (fettuchini!), risotto'nun (rissotto!), mozzarella'nın (mozerella!) nasıl yazıldığını bilmeden café açabilir ve bunları da menüye rahat rahat koyabilir ki? Ayrıca kimse sizi bu isimleri kullanmaya zorlamıyor. Havalı dursun diye illa ki "fettucini" demek zorunda değilsiniz, yassı makarna de mesela, ya da fettuciniyi doğru yaz oraya. Sen bilmiyorsun tamam; ama bu site yapılmadan, bu restoran açılmadan hiç mi bir bilene sorulmuyor? Ben açıkçası menüsünde böyle ciddiyetsizlik gördüğüm bir mekanın yemeklerinden de fazla bir şey beklemem. Tecrübeme göre site her zaman doğru bir fikir vermiyor. Güzel mekanların dandik web siteleri olabiliyor ama bu teknolojinin uzağında olmakla ilgili bir konu. Oturup web sitesini yaptırmışsın, o kadar para dökmüşsün koskoca café açmışsın, daha menündeki yemeklerin adını söyleyemiyorsun. Kimler Ankara'nın en güzel yerinde café sahibi oluyor işte; üzücü bir şey bu.
*
*
Elbette tablo her zaman bu kadar iç karartıcı değil ve gidilmeyi bekleyen yerler de var sırada:
*
1. Websitesi olmayan Ruhi Bey Meyhanesi. Haftanın belli günlerinde Melis Sökmen sahneye çıkıyormuş. Meyhane, adını Edip Cansever'in ünlü şiirinden alıyormuş. Budak Sokak'ta. Burayı merak ediyorum.
*
2. Quente. Ankara şubesi açıldığından beri gitmek istiyorum. Alaçatı'da da bir şubesini görmüştüm. Neden hala gitmedik bilmiyorum. İlk fırsatta gidilecek, masada kesilen o enteresan dönerimsi et yenecek :)
*
3. Granja Steak House. Ankara et işini sevdi. Kasaplı steak house'lar aldı başını gidiyor. Bu kadar kebap sever bir memleket elbette koca koca T-bone'lara kayıtsız kalamazdı! Granja'nın menüsünü beğendim. Caprese'ye Caprice demelerinin belki de bir esprisi vardır diyerek konunun üzerinde fazla durmuyorum, burayı merak etmeye devam ediyorum.
*
4. Lo & Loud - Not another coffee shop. Her şeyiyle farklı görünüyor. Neden bir web sitesi yok ama güzel hazırlanmış aktif bir facebook sayfası var diye merak ediyorum. Kurabiyeleri yemek istiyorum!
*
5. Mahallemizde Sushisu isminde bir sushici var. Burası önceden Mesa Plaza'nın içindeydi, daha sonra Minasera'ya doğru giden caddede bir villaya taşındı. Aslında oldukça uzun süre olmasına rağmen gitmedik. Nedense sanki kalbalık yerlede sushi yemek lazımmış gibi geliyor bana. Quick China'da yediğiniz sushiden asla şüphe etmeye gerek yok çünkü her gün o kadar yoğunlar ki bir şeyin beklemiş olması mümkün değil. Burası içinse tereddütlerim var çünkü genelde boş görünüyor. Belki de biz gitmediğimiz içindir? Her yere bir şans vermek gerek diye düşünüyorum ama nedense sushi konusunda bir türlü ikna olamadım. Eve de paket servis menüsünden gelmiş. Menü çok başarılı, hatta neredeyse Quick China'dan aşağı kalır yanı yok diyeceğim. Evet evet biz buraya bir gidelim.
*
6. Ev ve işten sonra en sık bulunduğum yer olan Hok's ise üst katı tamamen değiştirdi, lounge yaptı. Bir de ısıtıcılarla donatılmış teras var. Aşağıdaki eğlenceye biraz ara verip rahat koltuklara serilmek ya da terasta sigara içmek mümkün. Lounge menü'de kızarmış mantı diye bir şey var, akıllara zarar. Mutfak gece 2'ye kadar açık. Tam amacına hizmet eden şeyler var menüde. Sucuk ekmek mi ararsın, mercimek çorbası mı? :) Cumartesi, cümbür cemaat çoook içilmiş, dans edilmiş, ayaklar topuklulardan yamulmuş, gülmekten yüz kasları gerilmiş halde, ışıkların açıldığına da şahit olarak mecburen burayı terk ettik. Yazımın yayınlandığı MAG sayısı da vardı; imzalıyım mı imzalıyım mı diye güldüm hep :)

5 Ekim 2009

haftasonu sinema

Los Abrazos Rotos:

Almodovar'ın son filmi Los Abrazos Rotos, Türkiye'de gösterime girmedi. Belki de henüz girmedi bilemiyorum ama Almodovar filmlerinin hala burada gösterime girmiyor olmasının şakası bile hoş değil. Her şeyine bayıldığım Almodovar'ın bu filmi, belki o heybetli filmografisinin en parlak yıldızı değil ama kesinlikle seyretmeye değer. Film, Almodovar imzası diyeceğimiz öğelerin hepsini barındırıyor. Bu sefer diğer filmlere kıyasla daha az nevrotik kadın karakter var ama bildiğimiz kargaşa, bol bol ateşli konuşma, rengarenk arka planlar ve elbette Penelope Cruz bıraktığımız gibi duruyor. "Zengin bir iş adamının metresi olan Lena'nın, en büyük hayalini gerçekleştirerek aktris olma yolunda ilerlerken, filmin yönetmeniyle büyük bir aşk yaşamaya başlaması ve Lena'nın kıskanç sevgilisinin aşıkların başına açtığı işler" olarak özetleyebileceğim senaryo, geri dönüşlerle bizi merak içinde bırakıyor, filmi başından sonuna kadar heyecanla izlememizi sağlıyor. Bana çok iyi geldi.
*
Caos Calmo:

Bayanlar baylar, size Nanni Moretti'yi takdim etmek istiyorum. İtalyan sinemasının senaryo, yönetim, yapım vs. her türlü kademesinde parmağı bulunan bu çok yetenekli insanı belki Altın Palmiyeli La Stanza del Figlio (Oğul Odası) filminden tanıyanlar olabilir. Kendisine sadece İtalyan sinemasından bir figür olarak bakmak hata olur. Politikayla her zaman içiçe olmuş Moretti, Berlusconi karşıtlığıyla biliniyor. Bu konuda filmler yapmış ve birçok protesto gösterini bizzat kendisi organize etmiş. Roma'nın en güzel yerlerinden biri olan Trastevere'de kendi küçük sinemasını işlettiğini öğrenmiştim.. Caro Diario ile beni hayal kırıklığına uğratmıştı, şimdi onu tekrar eskisi gibi seviyorum!
*
Filme gelirsek, bu, eşinin ölümünden sonra, işyerinde de büyük bir şirket birleşmesi arifesi olmasını da fırsat bilerek sabahtan akşama kadar okulun karşısındaki parkta kızını bekleyen bir babanın hikayesi. Filmde büyük olaylar olmuyor, ölümün ağırlığı da hissedilmiyor. Mahalle halkının bu babaya gitgide alışmasını, her sabah oradan geçen insanların gitgide onu benimsemesinı ve aralarında tek sözcük edilmeden oluşan bağı izliyoruz. Film garip bir şekilde insanı içine alıyor. İtalya'nın havasından mıdır, Nanni Moretti'nin insanda baktıkça bakma isteği uyandırmasından mıdır bilmiyorum. Benim için büyük sürprizlerden biri de alakasız yerlerde birden başlayan sevdiğim parçalar oldu. Rufus Wainwright - Cigarettes and Chocolate Milk ve Radiohead - Pyramid Song beni şaşırttı, filme bu yüzden x3 torpil.
*
*
*
Kişisel filmimizde ise nada shotlar, bloody maryler, sotbler havada uçuştu.

2 Ekim 2009

pişiriyorum öyleyse varım.

Bu ara yine mutfakta yaşayasım geldi; gitmiyor. Fırının önüne atsam bir yastık, içerde sürekli bir şeyler pişerken ben yatay pozisyonda seyretsem. Galiba bu da bir çeşit meditasyon. Artık yumurtaları elimde çırpmayı daha çok seviyorum. Benden başkası tariflerdeki bu "kabartma tozunu eleyerek karışıma ekleyin" direktiflerine uyuyor mudur bilmiyorum ama ben o paketten çıkan bir parmak tozu bile eliyorum, o kadar özeniyorum yemeklerime, manyak gibi. Harika bir eleğimiz var IKEA'dan. Annem bulmuş. Onunla elemek çok zevkli oluyor diyeyim, siz de beni deli sanmayın.
*
1. Geçtiğimiz hafta 3 kere muffin yaptım. Muffin yapmak o kadar zevkli ve kolay bir şey ki, her seferinde farklı bir şey deniyorum. Bir tarafını eğip büküyorum, tarifi değiştiriyorum. Son yaptığım bol peynirli ve zeytinli muffin kendi kendime rüştümü ispat edişim oldu. Hazırlama aşaması dahil 30 dakikada hazır; fırında toplam 15 dakika kalıyor. Yalnız deneysel olarak peynirleri hamura karıştırmadım, her muffinin içine birer parça beyaz peynir ve kaşar peyniri koydum. Bir dahaki sefere tekrar eski yönteme dönüp, peynirleri hamura karıştıracağım. Böyle yapınca tamam muffinin ortası harika oluyor ama diğer taraflar biraz yavan kaldı. Zeytin ise muffine harika bir tat verdi. Üstüne konan minik domates dilimi ise tamamen benim kişisel domates manyaklığımdan kaynaklı. Siz koymayabilirsiniz. Hadi bakalım o zaman:
*
3 yumurtayı kır,karıştır.
1 1/4 bardak süt ve 1 1/4 bardak sıvı yağı ekle.
Üzerine 2 1/2 bardak un ve 1 paket kabartma tozunu eleyerek ekle, karıştır!
Sonra 100 gr kadar beyaz peynir, 100 gr kadar kaşar peyniri (tamam tamam bunları göz kararı ekledim ve söylediğim gibi hamura karıştırmadım, muffinlerin ortasına koydum)ve 1 su bardağı dilimlenmiş ziyah zeytini de ekle.
1 tatlı kaşığı tuz ve istersen birazcık da mahlep ekle.
*
Karışımı eğer kağıt kullanacaksan kaplara yerleştirdiğin kağıtlara, direk kalıpta pişireceksen yağlayıp unladığın kalıba paylaştır. Kalıp boyutuna göre 10 ila 12 muffin çıkıyor. Kalıpları yarısından biraz daha fazla olacak kadar doldur. Muffinler tahmin ettiğinden çok daha fazla kabaracak çünkü. Turbo fırında 15-20 dakika kadar pişir. Dışının kızardığını gördüğünde bir kürdanla deneme yapıp, kuru çıkan kürdanı görünce hemen muffinlerin çıkarabilirsin. Fırından çıktıktan bir 10 dakika sonra daha iyice toarlandığı için tadı daha güzel oluyor. İşte bu kadar basit!
*
Kalpli muffin kalıbımı kullanmak için de sürekli bahane çıkıyor bana böylece. Muffinlerimin 2 farlı şekilde olduğunu görüyorsunuz. Sebebi 12 adet aynı tip muffin kalıbım olmaması. Biri normal yuvarlak altılı, diğeri kalpli altılı. Çeşit oluyor böylece. Bir de şöyle muffin kağıtlarım olsa herhalde her gün fırın karşısında olurum.
*

2. Avokado bence yüzyılın keşfi. Aslında meyve olup, nedense bana hep sebze gibi gelen bu sabunsu şeyle yapılabilecekler sınırsız. Ben zaten ekmek üstüne bir şeyler döşemeye bayılıyorum. Her sabah bu şekilde kahvaltı etmekle kalmıyorum, mesela salata yiyeceksem yanına böyle ekmekler yapmayı çok seviyorum. Guacamole diye bildiğimiz Meksika sosu da (Fajiitaların yanında mini mini gelen yeşilimsi sos) avokado ile yapılabilen en lezzetli şeylerden biri. Yalnız restoranlarda genelde çok sulu yapıyorlar ve avokado tadı alamıyorsunuz. Evde yapılan guacamole ise çok daha lezetli oluyor. Yapmanız gereken çok basit.

Olgun bir avokadoyu çekirdeğiyle birlikte bir kaseye alın. (Çekirdek avodakonun kararmasını önlemek için orada, guacamolemiz hazır olunca çöpü boylayacak). Yarım kuru soğanı (byeaz soğanlar daha iyi) ince ince doğrayıp ya da robottan geçirip ekleyin, karıştıtın. Ben ince kıyılmış domates de ekliyorum (her şeye yaptığım gibi!). Domatessiz şekli de yapılabilir, genelde taze kırmızı biber kullanıldığını görüyorum ama bence domates daha çok lezzet katıyor. Üzerine yarım limonun suyunu sıkın. En son 1 çorba kaşığı zeytinyağı ve keyfinize göre tuz ve karabiber ekleyin. Ben avokadoların küçük parçalar halinde kalmasından yanayım, o yüzden püre olana kadar karıştırmayı sevmiyorum. Birkaç çatal darbesi yeterli olacaktır. Guacamoleyi maydonoz ya da acı ilavesiyle kişiselleştirmek mümkün. Hazırladığınız guacamolenin ekmeklerin üzerine sürerek ya da alternatif olarak cips sosu olarak da keyfini çıkarabilirsiniz. Meksika üsülü bruschetta! :) -Evde avokado ağacı yetiştirme projem bu akşam hayata geçiyor. Meyve vermesi 3-4 seneyi buluyormuş. Ben o zamana çoktan bitkiyi öldürmüş olurum ama yine de deneyeceğim. Tabii kış boyunca bir damla güneş yüzü görmeyecek olan Ankara'da bu tropikal bitkiyi öldürmekte çok zorluk çekmeyeceğim kesin. (Annem bunu okurken muhtemelen sen önce git odanı topla da, sonra evde ağaç yetiştir diyecek.) Peki avokado ağacını nasıl mı yetiştireceğim? İşte şurada anlatılıyor. Hem belki ben de bu işi yaparken, anlatan çocuk kadar mutlu olurum! Sanki hiç pamukta fasulye yetiştirmemişsiniz gibi bana tuhaf tuhaf bakmayın! -

*


3. O kadar yemeğin üstüne bir tatlı şart, değil mi? Aslında pek tatlı seven bir insan olmadığım için bence şart değil ama o zaman yepyeni pembe silikon kalıpları nasıl kullanacağız? Hediye paketi gibi brownieleri önce hayal ettim sonra icraata geçtim. İnternette bir sürü tarif baktım, yine her zamanki gibi biraz ordan biraz burdan bir brownie yaptım. Temel tarif Portakal Ağacı'nınkiydi. Oradaki fotoğraflarda pek kabaracak gibi görünmüyordu ama benimkiler kabardı ve tabii ki sizin şu an yandaki resimde gördüğünüz şekilli kısımlar, fırındayken altta olduğu için ben üst taraftaki kabaran kısmı, brownieler fırından çıktıktan sonra bıçakla ayırdım, yani hile yaptım (ne cümle ama!). Bu hediye paketleri kendi başlarına ayakta duramadıktan sonra ben ne anladım o işten? Neyse, tadı harika oldu. Üzerine sade dondurma koyarak servis yaptım. Tarifte çok zorlanmadım ama bir dahaki sefere değiştireceğim şeyler var. Cevizleri robotta biraz uzun tuttuğum için yeterince büyük ceviz parçacıklı olmadı. Bir bardak erimiş tereyağı bence biraz fazla geldi. Ben tereyağı yerine "Sana tereyağı tadında" margarin kullandım, bir dahaki sefere miktarı azaltmayı düşünüyorum. Tarifte 4 yumurta var, insana çok yumurtalı ve ağır olacak gibi geliyor ama yumurta yemeyen benim için bile rahatsız edici olmadı.

*

Bu aralar mutfaktan çıkan eserler bunlardı. Ayşe sanki Mars'a uydu göndermişcesine gururla sundu. Ve Ekim geldi. Benim aklıma da yine "Demek gidiyorsun küçük kırlangıç sıcak ülkelere" şiiri geldi. Küçükken tüm sınıfın karşısında unuttuğum ve şimdi nedense her dizesini tek tek hatırladığım o eski şiir.