24 Şubat 2014

Çiçek böcek vs.

Bitkilere ilgim alakam hangi ara başladı, nasıl bu hale geldi, aslında ben de bilmiyorum. Henüz çok yeni sayılırım ama bu konunun tam bir meditasyon olduğunu bilsem çok daha önceden elimi toprağın içine sokardım, orası kesin. Bir süredir en sevdiğim alışveriş (elbette mutfak alışverişinden sonra) çiçek, böcek, toprak... Evde saatlerce saksıların başında uğraşıyorum, nerede daha mutlu olduklarını anlamak için deneyler yapıyorum, fark etmeden yanlış bir şey yapacağım ve solduracağım diye ödüm kopuyor.

Bu konuyla ilgili instagram hesabıma çok soru geliyor. Ben de hem şu sıralar evdeki bitkilerin birkaçında neler olup bitiyor anlatayım, hem de tavsiye isteyenler için durumu iyi olanlarla ilgili kendi çapımda uyguladıklarımı anlatayım istedim.

Her şeyden önce şunu söyleyeyim, pek de büyük olmayan bir evim ve bir tane mini mini bir kapalı balkonum var. Evimin sadece salon ve balkonu yeterince güneş aldığı için bitkiler için sadece buraları kullanabiliyorum. Yani aslında bitkiler için çok fazla yere ihtiyacınız yok, küçük alanlarda mucizeler olabiliyor. Anahtar kelime güneş ışığı.

Sardunya:
Yazın alıp da en çok güneş alan yer olan balkon camının önüne dizdiğim sardunyalar yazdan beri solmadı. Açanlar bir süre sonra soluyor, arkasından bir sürü yeni tomurcuk geliyor. Sanırım kışı bu şekilde geçireceğiz. Daha önceki senelerde sardunyaları baharda alıp kış gelene kadar bakıyordum ama havalar soğuyunca ne yaparsam yapayım yaşamıyorlardı. Ben de aynı uzun saksıya yazın üçer saksı sardunya kışın üçer saksı sıklamen yerleştiriyordum. Bu sene muhtemelen saçma sapan giden ve doğru düzgün soğumayan hava yüzünden sardunyalar da ne yapacaklarını şaşırdılar. Şikayetim yok. Yapraklardan kuruyan oldukça haftada bir toparlıyorum, ölü yaprakların saksıda birikmemesine özen gösteriyorum. Kışın haftada bir, yazın hava sıcaklığına göre 2-3 günde bir bolca suluyorum.


Sukulentler:
Sukulent ile Çandarlı'da tanıştım, sonra yavaş yavaş dekorasyon dergilerinde ve bloglarda görmeye başladım, şimdi ise her yerdeler. Sukulentlerin bakımı çok kolay ve inanılmaz estetikler. Güneşli bir yere yerleştirin, 3 haftada bir çok çok az sulayın. (Aldığı kadar un tarifleri kadar beni delirten bir şey yok. Ona benzemesin diye "çok çok az sulama"yı şöyle tarif edebilirim: Fotoğraftaki en büyük saksıya 2 haftada bir yarım çay bardağı kadar su veriyorum, en küçüğü ise 3 haftada bir sadece spreyle toprağın üst tarafını nemli tutacak kadar suluyorum.) Sukulentler ayrı bir yazıda incelenebilir. Özetle dikensiz kaktüs olan bu bitkilerle yapılabileceklerin sınırı yok. Birkaç sukulent ve kaktüsü birden aynı saksıya ekerek çok güzel bir mini bahçe yaratmak mümkün.



Limon ağacı:
Umarım üsttekiler büyüyünce limon ağacı olacaklar! Bunu bir arkadaşımdan duydum. Gerçekten de limon çekirdeklerini toprağa ekince hemen birkaç günde böyle iki tane minik yeşil filiz verdi. Instagram'da bunu paylaştığımda önemli bilgiler geldi. Evet, çekirdek ekilince ağaç olacak kadar büyüyormuş ama meyve vermesi için bir de aşılanması gerekiyormuş. Ben de biraz büyümelerini bekleyeceğim, sonra da daha büyük bir saksıya alıp (şu an minicik bir fincanın içindeler) aşılatmaya götüreceğim. Şu an balkonda tutuyorum, 3 günde bir (daha doğrusu toprağı kurumaya yüz tutunca) suluyorum.


Sümbül:
Bunlar gerçekten doğanın mucizesi. Sümbüllerin eve yaydığı kokuya bayılıyorum. Bu yüzden geçen sene bir sürü alıp farklı yerlere yerleştirmiştim. Bir süre sonra soldular ve ben soğanları atmaya kıyamadım. Bir sonraki kış ekmek üzere 9 tane soğanı bir peçeteye sarıp balkonun bir köşesine koydum. Ve elbette üzerinden bir sene geçti ve ben onları orada unuttum. Geçenlerde bir derleme toplama seansı sırasında bütün yaz ve neredeyse kışı balkonda geçirmiş soğanlarla karşılaşınca çok da ümidim olmadan hepsini soğanların yarısı toprak içinde olacak şekilde ektim. Sonuç inanılmaz. 9 soğanın hepsinin de içinden hemen birkaç günde tekrar yeşil yeşil dallar yükselmeye başladı. Şimdi heyecanla çiçekleri bekliyorum. Özellikle kokusunu çok sevdiğim için içeride tutuyorum, haftada bir yarım bardak kadar suluyorum.


Mandalina ağacı: (aslında mandalina değil, daha küçüğü olan Calamondine)
Annemlerin hediyesi olan bu ağacın kalbimde yeri torpilli, çünkü gerçek bir dünya güzeli. Evin havasını kendi başına bu kadar değiştiren bir şey daha yok. Resmen salona bahar geliyor. Bize geldiğinde dalları mandalinalarla dolmuş, sarkıyordu. O kadar güzel bir ağaçtı ki salonun baş köşesine yerleşti. Birkaç ay boyunca orada hayatına devam etti. Sonra bir gün aniden tüm meyve ve yapraklarını döktü. Ne yapacağımı şaşırdım, evin yakınındaki bir seraya götürdüm. Ağacı resmen rehabilitasyona soktuk! Onların tavsiyeleriyle ağacı balkona aldım, sabırla uzunca süre sonuç görmeden her hafta bol bol suladım. (Haftada bir, 2 litre kadar, birazı saksının altındaki tabakta birikecek) Daha sonra baharla birlikte çiçeklendi (muhteşem bir kokusu var mandalina çiçeklerinin) ve daha sonra minik yeşil mandalinalar dallarda belirmeye başladı. Şimdi dallar tekrar mandalinalarla doldu. Kendini toplarlaması uzun sürdü ama bitkiler gerçekten çok vefalı. Siz ilgilenmeyi bırakmazsanız mutlaka sonuç alıyorsunuz.



Orkide:
Bu dalda artık masterımı tamamladım, gönül rahatlığıyla konuşabilirim! Orkideler sabır istiyor. Tamamen kupkuru birer dala dönüştükten aylar sonra bile tekrar yaşam belirtisi gösterebiliyorlar. O yüzden kurumuş orkideleriniz asla atmayın, doğru şekilde budadığınızdan emin olun ve bırakın kendini toplarlasın ve canı istediğinde açsın. Evinize, iş yerinize yeni gelen orkidelerinizi cam önünde bol güneş alacağı (ama cayır cayır yanmayacağı) bir yere yerleştirin. Burası kalorifer üstü gibi çok sıcak bir yer olmasın. Bende pencere önündeki sehpa orkidelerin en sevdiği yer oldu. Bir de köklerin güneş görmesi çok önemli. Orkidenin kendiliğinden içinde bulunduğu şeffaf vazoyu güneş geçirmeyen kaplara hapsetmeyin. Bende kendi plastik kabı içinde duruyor, o plastik kaplar da cam yoğurt kaplarının içinde! Çirkin durur diye endişe etmeyin. Güzel, renkli bir kurdele bağladınız mı yoğurt kasesinin etrafına, saksıların en güzeli oluyor :) Sulamaya gelince, yine deneye yanıla bulduğum, bende en iyi işleyen sistem şu oldu: orkidelere asla üstten su vermiyorum. Haftada bir lavabonun altına sokup duş aldırıyorum. Köklerin her yerine su geldiğine emin oluyorum, daha sonra bu suyun lavaboya iyice süzüldüğünden emin olup öyle yerleştiriyorum kabına. Orkidenin kabında hiç birikmiş su olmayacak, bu çok önemli. Eğer bir süre önce çiçekleri dölümüş dalları da kurumaya başlamış bir orkideniz varsa dalların her birinden 3 boğum sayıp, 4çboğumun önünden kesin. Burada gözlemleriniz de çok önemli. Henüz yeni kuruyorsa daha üstten de kesebilirsiniz, çok sağlıklı görünen kısmı kesmeye gerek yok. Kestiğiniz yerin altında birkaç boğum daha kalmış olmasına da dikkat edin, yeni dallar o boğumların içinden çıkacak. Dal tamamen kuruduysa, artık içi boşalmışsa, o zaman dibinden kesebilirsiniz. Bir süre normal şekilde bakıma devam edin ve en dipte yaprakların arasını kontrol edin. Her an oradan yeni bir dal gelebilir. Benim üstte görünen beyaz orkideme olan tam olarak buydu. 


Bitkilerle uğraşmak beni dinlendiriyor, doğanın mucizeleri karşısında kendimi çok küçük hissetmeme yol açıp beni büyülüyor. Bu yeşil varlıklar bir süredir evi adım adım istila ediyorlar. Keşke daha çok yerim olsa da kendi küçük laboratuvarımı kurabilsem! Umarım yazdıklarım birilerinin işine yarar. Herkese iyi haftalar!

19 Şubat 2014

Kalbur

Ailem Ankara'dan yavaş yavaş taşınıyor. Bir süre sonra, 29 yıl boyunca yaşadığım Ankara'da artık bir evim olmayacak. Böyle düşününce çok garip hissediyorum ama bir yandan da herkes için mutluyum. Son Ankara'ya gidişimde ailemle bizim için artık gelenekselleşen Kalbur ziyaretlerinden birini yaptık. Burası benim için çok özel. Ankara'ya veda ederken mutlaka bahsetmem gerekenlerden biri.

Kalbur bu blogda en sık karşılacak mekanlardan biri olabilir. Çünkü uzun yıllardır her defasında beni kendine hayran bırakmayı başarıyor. Yüz yıldır Ankara'da Oran gibi hiç de merkezi olmayan bir semtteki bir sitenin içinde, 10 masayı bulmayan küçük yerinde hayatına devam ediyor. Türkiye'nin en iyi meze yapan balıkçılarından biri. Benim ilk 3'ümde. Ankara'da günlerce öncesinden yer bulmaya çalışacağınız tek yer burası herhalde. Buna rağmen, senelerdir o 10 masadan mürekkep mekanı büyütmez Mehmet Abi. Zaman zaman o deniz derya meze dolabına yeni şeyler eklenir ama ana kalemler hep aynı tadlarıyla olduğu gibi durur. Ankara'nın yeme içme konusundaki medar-ı iftiharı, benim de küçüklüğümden beri ailemle gitmeyi en sevdiğim yer.


Hayatımda yemeyle, içmeyle, filmle, kitapla, müzikle ilgili ne öğrendiysem, hepsini babamdan öğrendim. Burası da meze konusunda acemiliğimi yaptığım yer :) Çocukluğumdan beri her Pazar akşamı Kalbur'a gidilir ve ben de her seferinde o meze dolabından seçim yapmak için babamla birlikte dolaba giderdim. Hala Ankara'da bir araya gelince mutlaka bir akşam Kalbur'a gitmeye çalışıyoruz. Beni hayatta bu Kalbur geceleri kadar mutlu eden pek az şey var.


Oldum olası midye dolmayı çok severim. Buradaki midye ise olaya başka bir boyut getiriyor. Midyenin içini deniz ürünlü pilavla dolduruyorlar. Muhteşem.


Bir yoğurtlu patlıcan ne kadar lezzetli olabilir diye düşünebilirsiniz, eğer ki buradakini denememişseniz.Sanırım sırrı süzme yoğurtta. Somon pastırma, balık mantı, deniz ürünlü börek ve ahtapot ızgara mutlaka denemeniz gerekenlerden birkaçı. Meze dolabının önünde aklınız sizi nereye götürüyorsa oraya gideceksiniz zaten :) Bu kadar çeşitte deniz ürünlü mezeyi bu kadar ltaze ve lezzetli sunabilen lokanta bir de Ankara gibi denizden kilometrelerce uzaktaysa, alkışı hak ediyor.


Eski bir Ankaralı olarak içim rahat şekilde tavsiye edebilirim: Ankara'ya gidenler akşam yemeği için mekan aramasınlar, özellikle daha önce hiç gitmedilerse Kalbur'a gidip hayatlarında iz bırakacak bir akşam yemeği yesinler. Hatta yukarıda gördüğünüz tam kıvamında pişmiş lokum gibi ahtapot ızgarayla benim için de bir kadeh rakı içsinler.

Mekanla ilgili şu önemli ayrıntıyı vermek zorundayım: Kalbur'un sahibi Mehmet Abi tersliğiyle ünlü. Yediğiniz şeyi çok beğenip, bir tabak daha isterseniz "Tamam artık yediniz ya, ne gerek var" ya da yemeğin üzerine çay veya kahve isterseniz "Onu da evinizde içersiniz artık" gibi şeyler duyabilirsiniz. Şaşırmayın ve üzerinize alınmayın. Burada böyle. Yıllardır tanıdığı için bana arada sırada gülümsüyor, kendimi torpilli sayıyorum.

Kalbur: 0 312 490 50 01

17 Şubat 2014

Ma'na Karaköy

Karaköy'den yeni mekan haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Bu bombardıman içinde Ma'na kesinlikle ıskalanmamalı. Birkaç ay önce denediğim Yeni Lokanta'dan beri beni bu kadar etkileyen bir yer olmamıştı. İstanbul'un yeni modern meyhanesi Ma'na, Karaköy'de Fransız Geçidi'nin hemen girişinde, Bej'in karşı komşusu. Münferit'le ortak yönleri çok ama Ma'na rakı ve meyhane kültürüne adeta bir saygı duruşu. Rakı ve rakı sofrasını sevenler burayı çok sevecek, biliyorum.

Mekanın ortasında kocaman harika bir avize var. Onun dışında her şey sade. Servisin yapıldığı taraftaki uzun rafın üzerinde eskisinden yenisine çeşit çeşit rakı şişeleri dizili. Arkadan hafif hafif Zeki Müren şarkıları çalıyor. Zaten pek de büyük değil, içeride toplam 15 masa kadar var. Burası kesinlikle huzur veren bir yer.


Masanıza yerleşince rakı ve mezelerden önce karar vermeniz gereken şey, rakınızı hangi bardakla içmek istediğiniz. 3 seçenek var. Ben genelde kullanılandan biraz daha ufak boyutlu Ata bardağı tercih ettim. Bu bardağı çok zarif buluyorum ve rakıya çok yakıştırıyorum. Her yerde bulunmuyor, daha önce bir tek İnciraltı Meyhanesi'nde karşıma çıkmıştı. Bardağı seçtikten sonra sıra geliyor rakıya. Mekanın oldukça ilginç bir rakı menüsü var. Her birinin ayrı özelliği olan çok sayıda rakının arasından seçim yapıyorsunuz. Bizimle ilgilenen kişi çok bilgili ve yardımcıydı, ki bu her yerde karşılaşmadığımız bir şey olduğundan elbette mekana bir artı daha katıyor. Sonunda tavsiye üzerine, her yerde bulunmayan Beylerbeyi Göbek Rakısı'nda karar kıldık. Kendileri masaya beyaz leblebi eşliğinde geldiler. Böylece ben daha hiç meze görmeden belli ölçüde tavlanmış oldum.

Göbek rakısı hepimizi kendine hayran bıraktı. Lezzetli ve içimi çok rahat. Gecenin başında insanların sırf bu rakıdan içmeye geldiğini söylemişlerdi. Bir yudum almak bile bunun boş laf olmadığını anlamaya yeterli. Farkı açıkça hissediliyor. "Göbek" ise şuradan geliyormuş: Rakı dinlendirilirken anason üste çıkıp, alkol alta çöküyormuş. Rakının en güzel kısmı da bu dinlenme sırasında ortada kalan bölüm, yani göbek olurmuş. Bu, denediğim tüm rakılardan başka bir şeydi. Bulduğunuz yerde kaçırmayın.


Sonrasında ise olaylar gelişti. Ma'na'da bol bol meze var. Ana yemek yok ama dilerseniz söyleyebileceğiniz sarma, köfte, kuzu dilimleri gibi küçük tabaklar var. Dediğim gibi meyhane kültürüne bir saygı duruşu. Bu nedenle sizi bekleyen şahane mezeler eşliğinde rakı sofrasının keyfini çıkarmak. Mezelerimiz şunlardı:

Beyaz Peynir
Kaşkarikas (Kabaklı, kuş üzümlü bir meze. Benim kabakla çok aram yoktur, belki de bu yüzden en vasat meze buydu)
Muhammara
Fava
Lakerda (5 yıldız veriyorum)
Mücver
Meyhane Pilavı
Mutabbel (Burada bir parantez daha açıyorum. Ma'na'yı ziyaret ederseniz mutlaka denemeniz gereken bir meze bu. Köz patlıcanın yoğurt ve fıstık ile karşımı ılık olarak servis ediliyor. Daha önceden haberim olmayan yepyeni bir meze ile tanıştım)

Denediklerimiz tamamı sunumundan lezzetine özenli ve çok lezzetliydi. Deneyemediklerimizde aklımız kaldı. Porsiyonlar ne büyük ne küçük. 4 kişi giderseniz bu kadar meze yeterli olur, hatta gayet mutlu olursunuz!


Ma'na'da harika bir akşam geçirdik. Yaz aylarında dışarıdaki masalarda oturmak çok daha keyifli olacak. Ayrıca burayı kardeşim Mert İstanbul'dayken birlikte deneme şansımız olduğu için gece daha da güzel oldu. Kardeşim artık İzmir'de çalışacak, önümüzdeki hafta taşınıyor. Onun için yepyeni bir hayat başlayacak, çok heyecanlıyız. Umarım her şey güzel olur. İzmir ya, güzel olacak tabii!

Ma'na: 0 212 293 09 93

10 Şubat 2014

Naif

Karaköy'e her gidişimde yeni bir şeyler göreceğimi bilmek çok heyecanlı. Tüm dönüşüme, onca cafeye-restorana rağmen hala bir sokaktan diğer sokağa arada gezegenler varmış gibi. Karaköy'ü güzel yapan en önemli şey de bu galiba. Oto tamircisi daha önce oradaysa orada dursun. Yanına dünyanın en havalı restoranı açılınca o tamirci oradan uzaklaşmak zorunda kalmasın. Naif uzunca süre merak ettiğim bir yerdi. Gideli 1 aydan çok olmuş. Üzerimdeki ataletten kurtulmak için gördüğüm güzel şeyleri yazmam gerektiğini söyledim kendime. Aklıma ilk gelen Naif oldu.


Dışarıdan pek davet etmiyor insanı Naif. Asıl numara içerde. Karaköy'de benzincinin arka tarafında, henüz sağında solunda pek bilindik yer olmayan küçük bir dükkan burası. İçeri girince olay değişiyor. Duvara asılmış zarif tabaklar ilk dikkat çeken şey.

Dekorasyon mekanın isminin de vaad ettiği gibi. Masalar, bardaklar, her detay ince ince düşülmüş ve sadeydi. Bahsettiğim gibi, ben gideli bir süre oldu. Menü sık yenilenecekmiş. O yüzden benim denediklerim hala menüde midir bilmiyorum ama eğer bu tabaklar artık tarih olduysa ben burada şanslı bir akşam üstü geçirdim. Muhtemelen yeni menüyü deneyenler de şanslı zamanlar geçirmeye devam ediyorlardır.

Karalahana dolması, kadayıfa sarılı mücver, hoşafla servis edilen talaş böreği siparişlerimizdi. Yanında da ev yapımı ayran. Hepsi çok lezzetliydi. Uzun süredir hoşaf görmemiştim, o da ilginç oldu.



Hesabı isteyince bu nostaljik şekerlerle birlikte geliyor. Tabağın zarafeti de ayrı.



Naif'te deneyemeyip de en çok aklımda kalan şey peynirler oldu. Sırf bu yüzden bir sabah kahvaltıya gitmek istiyorum. Aslında bu peynirlerin hakkını vermek için bize şarap lazım ama menüde malesef yok.

Naif, Karaköy'ün Tophane'ye yakın tarafında, benzinliğin hemen arkasında. Kesinlikle denemeye değer.

6 Şubat 2014

İş arası Paris notları

Ocak ayının başında iş için Paris'e gittim. 3 gün boyunca sadece toplantılar arasında sokaklara çıkabildim. Bu süreyi olduğunca verimli geçirmeye çalıştım ama:

1-Üç günde her gün sadece birkaç saat ayrımak Paris'i gezebilmek için çok yetersiz,

2-Tek başına seyahat edince benim için yurt dışı tatillerinin en önemli kısımlarından biri olan güzel yemek yeme kısmını gerçekleştirmem çok zor oluyor. Bu yüzden şehrin hakkını tam anlamıyla teslim edebildim mi emin olamıyorum.

Bu yüzden Paris seyahatim daha çok turistik noktalara şöyle bir uğrayıp, mümkün olduğunca yürüyerek ve yürüyüşler sırasında güzel sürprizlerle karşılaşarak geçti. Dolu dolu ya da alelacele, ne demişler: Paris her zaman iyi fikir!


Paris'te tek başımaydım. Beni koy bir şehre, saatlerce yürürüm, sokaklarda dolaşırım, dükkanlara girer çıkarım. Haftalarca sıkılmadan kendi kendime gezerim. Gel gör ki yurt dışında tek başıma yemek yemek benim için bir mesele. Belki de bu ayrıca incelenmesi gereken bir şeydir. Tek başımaysam denemek istediğim bir restorana rezervasyon yaptırıp gidemiyorum, gitsem aynı tadı almayacağımı düşünüyorum. Zaten çok kısa kaldığım Paris'te iş programı da plan program yapmaya izin vermeyecek kadar dolu olunca özel şeyler denemek için zaten pek fırsat olmadı. Akşamları da hep katılmam gereken aktiviteler vardı ama zaten onlar olmasa da muhtemelen sosyofobik durumumdan dolayı tek başıma gidip şık bir restoranda bir şeyler yiyemeyecektim. Siz yapabiliyor musunuz bunu?


Tek başıma yurt dışına en son gidişimin üzerinden çok zaman geçmiş. Bu vesileyle dünyadaki seyahat ruh eşimle evli olduğumu fark ettim. Farklı şeyler keşfedip, görev bilinciyle deneme konusunda kendin kadar heyecanlı biriyle seyahat etmek kadar güzel bir şey yok. Elbette tek başına olmak da zaman zaman iyi geliyor ama Paris'te bunun biraz farkına vardım.



Opera yakınında kaldım. Şehrin tam göbeğinde olmasam bu kadar bile gezemeyecektim muhtemelen. 2-3 saatlik boş vaktim olduğunda fotoğraf makinemi boynuma asıp daha önceden belirlediğim rotalarda yürüdüm de yürüdüm. Hava 8 derece civarıydı ama inanılmaz soğuk geldi bana. Eldiveni elimden hiç çıkarmadım.


İlk kez Paris'e gidişimin üzerinden neredeyse 8 sene geçmiş (ve demek ki neredeyse 8 senedir blogum var!). O zaman 23 yaşındaydım ve İtalya'da öğrenciydim. Deniz kabukluları hala aynı derecede ilgi alanımda. Yine bunların peşindeyim. Yine Paris bunlara meraklılar için cennet.


Bu Paris gezisinde sokaklarda olup mümkün olduğunca çok şey görmek istedim, bu yüzden müzeleri es geçtim. Daha önce Louvre'a gitmiştim ve özellikle birkaç günlüğüne şehirdeysem tekrar gitmeye de pek niyetim yok! Paris'te yürümek çok zevkli. Kendinizi bırakıp, bir rotanız olmadan sokaklarda dolaşırsanız bile harika şeylerle karşılaşıyorsunuz.


Opera civarındaki sokaklara girip çıkmak, Place Vendome'a uğrayarak Jardin des Tuileries'e doğru yürümek çok güzel. Madeleine tarafını da pas geçmemek gerek. Büyük markaların dükkanlarının yanı sıra küçük sürprizlerle de karşılaşabilirsiniz. Jardin'e varınca kocaman dönmedolaptan etkilenmemek mümkün değil. Hemen dönmedolabın yanındaki Librairie des Jardins de çiçek böcekle uğraşmayı sevenlerin bayılacağı bir kitapçı.


Marais ise birkaç saatten çok daha fazlasını hak ediyor. Le Marche des Enfants Rouge güzel deniz ürünleri tezgahları arasında dolaşabileceğiniz minik bir pazar. Hemen yakınındaki L'Estaminet de çok tatlı bir cafe. Sokaklarda kaybolmak için en güzel yerlerinden biri burasıydı bence Paris'in. Marais'in her sokağında alışveriş için harika küçük butikler var ama her şeyi bir arada bulabileceğiniz Le BHV Marais'e uğrayabilirsiniz. Ben oradaki kurdele reyonunu müze geziyormuş gibi gezdim.


Centre Pompidou. Şehrin ortasında sanki tüm şehrin yerin altında olması gereken boru tesisatı! Vaktinde yapılırken şehri tartışmalara sürüklemiş bu koca bina elbette daha önce gördüğüm bir şeye benzemiyor. Modern sanat müzesi olan ve sergilere ev sahipliği yapan Centre Poimpidou'ya uğrayabilrsiniz, uğramışken içinde bulunan havalı Georges cafe/restorana uğrayabilirsiniz.


Centre Pompidou'yu azıcık geçtikten sonra bu havuzun içine yerleştirilmiş sürreal şeyleri (!) incelemek de mümkün. En zevkli fotoğraf çekme yerlerinden biri buydu!


Hotel de Ville'in önünde kocaman bir buz pateni var. Bir de ışıklı müzikli atlıkarınca koymuşlar, koca meydan şenlik alanına dönmüş. Gece olunca binayı da aydınlatıyorlar, iyice şahane oluyor. Ciddi bir kalabalık var buz pateni yapan. Mutlaka uğranması gerek. Bana masal diyarı gibi geldi.



Hote de Ville'in önünden dümdüz devam edip Seine nehrinin ortasındaki mini mini adaya, Ile de la Cite diyorlar, Notre Dame'ı görmeye geçebilirsiniz. Notre Dame görmeden Paris ziyareti mi olur!



Adada bu harika orkide dükkanını gördüm. Sadece orkideler. Ne harika!


Champs Elysees daha önce de beni çok mutlu etmişti, yine çok mutlu yürüdüm bu upuzuuun cadde boyunca.




Sıcak çikolatası yerlere göklere sığdırılamayan, benim de buz gibi Paris'te mutlaka mola vermek istediğim Angelina'nın önünde kuyruk vardı. Elbette beklemedim. Bu sefer zamanım çok kısıtlı ve kıymetli Angelina, sonra görüşürüz.


İçindekileri hariç tutarsak bile kendi kendine bir sanat eseri olan Louvre'u köşeden görüp yoluma devam ettim. Bu sefer müzelere uğrayamayacağım Louvre. 


Pont des Arts demirlerine asılı kilitleriyle Paris'in sembollerindenmiş. Çiftler aşklarının sembolü olarak köprü demierlerine asma kilit takıp anahtarı nehre atıyorlar. Nehrin köprünün altında kalan kısmı arada temizleniyor mu acaba? Yoksa akıntıyla zaten gidiyor mudur anahtarlar? Peki ya köprü çok fazla ağırlaşırsa? Rengarenk kilitlerle tıklım tıklım dolmuş köprünün bende uyandırdığı romantizm bu oldu.



Bazı dükkanlara, vitrinlere bakmaya doyamadım.




Jardin de Luxembourg da şehrin bir diğer muhteşem parkı. Bu ağaç tablo gibiydi. Bu şehir içi parkları bir tek bize mi böyle muhteşem görünüyor acaba? Bizde hiç yok diye?


Eyfel Kulesi'ne uğramadan dönmeyecektim herhalde, değil mi? Sisli bir günde gittim Eyfel'e. Kimilerine göre güzel, kimilerine göre koca bir metal yığını olan kuleyi ben zarif buluyorum. Dibine kadar gidip merhaba dedim, sonra yoluma devam ettim.



70'li yıllarda Ajda'nın Enrico Macias'la beraber sahne aldığı meşhuuur Olimpia'da hala Enrica Macias mı var? Yok artık!