26 Temmuz 2007

vamos!


Ben yine gidiyorum. Bu sefer daha uzun olacak. Eylül'e kadar gelmesem diyorum :) Eylül'le beraber bu gitmeler artık mümkün olmayacak. Bu yüzden o vakte kadar ne kadar bohem yaşarsam yaşadım, sonra biraz arayacağım bu günleri sanki.


Birazdan Çandarlı'ya ve cuma akşam itibariyle de 1 haftalığına Bodrum'a gidiyorum. İlk 2 gece için rakı-balık mekanlarımızı seçtik. Ama beni Limon ayrıca bir heyecanlandırıyor. Cuma ya da cumartesi akşamı güneşi burada batırmak istiyoruz. Mercimekli köftesini anlata anlata bitiremediler. Hayır Ayşe orada karnını doyurmak yok. Çünküü oradan da Gümüşlük'teki balık lokantalarından birine..


Burada sıcaktan çok fazla bezmiş olduğumdan mıdır nedir, normalde 3 dakika kadar deniz, havuz gibi bilumum su dolu çukurlarda kalabilen ben, gündüzden suya batıp, yaşlı teyzeler gibi öylece suda durup yanpiri yanpiri tek kolla süzülmek istiyorum akşama kadar. Yüzümüze 50 faktör, vücudumuza 20 faktör sürüyoruz, yaşlanınca kırışmıyoruz, sağlıklı ve yavaş yanıyoruz!


Yanımda kitaplarım, elbiselerim, bikinilerim, flip-floplarım ve kirpik kıvırma aletim olacak. Zaten yeterli.. Hadi bana iyi tatiller!:)

23 Temmuz 2007

seçtik

Şimdi ben buradan istediğim kadar bıdırdasam da artık faydası yok. Evet istediğimiz olmadı. Bir bozuk parayı havaya atınca yazı gelme olasılığı yüzde ellidir. 70 milyon kişinin neredeyse 35 milyonu aynı yolun yolcusuysa, her yön yazıdır aslında. Çok sürpriz mi, değil. Az sürpriz.

Artık insanların iyi niyetine bağlamak çok zor bunu. İstikrar deyince inanan, ekonomi düzeldi deyince cebindekinin eridiğini görmeyip, havalara uçan bir toplumuz biz. Hep okumayı değil de televizyonu sevdik biz. O yüzden mahkumuzdur zaten birilerinin söylediklerine inanmaya, üşeniriz kendimiz okuyup araştırmaya. Denilene inanmak daha kolay. İstikrar istikrar istikrar. Devamlı. Başka söz de yok. Televizyon hep bunu söyledi değil mi? Hiçbir parti hiçbir iktidar medya desteğini bu kadar hissetmemişti, hiçbir hükümet her attığı adımda bu kadar havalara taşınmamıştı. Sen bu kadar batır, eline yüzüne bulaştır her şeyi, sonra ezici çoğunlukla yine gel otur kafamızın üzerine. Pek kimseye kısmet olmaz. Organize işler bunlar. Aklımız ermiyor. Erer gibi olsa da inanmak istemiyoruz mudur nedir.


Biliyorum ki bunlar bahane değil. Televizyonsa televizyon, halk da bu işte. Karşısındaki adam da öğrensin, bu yoldan kalp kazansın, değil mi? Ana muhalefet partisi lideri en nefret edilen siyasetçisi belki de bu ülkenin. Yine de seçim propogandası bu lider üzerine kurulu. Neyse efendim akıl öğretmek kolay.


Bu sonuçla beraber, bu adamlarla 10 yıl yönetilmiş olacağız. 10 yıl sonra karşı karşıya kalacağımız kadrolaşmanın boyutlarını düşündükçe tüylerim ürperiyor. Çarşafa bürüneceğiz filan değil derdim, korkum. Onlar benden akıllı çok bariz ki. Gündelik hayatımızda bir değişiklik olmayacak belki. Belki de "ramazanda oruç tutmayanlar dayak yedi" haberlerini daha sık okuruz. Ama zaten alışmadık mı? Alışırız her şeye biz. Unuturuz hemen. Hatta haklı bile buluruz. İstikrar diyor adam istikrar! Bundan daha mühim bir konu yok şu ülkede. En pahalı benzini de kullanırız, en pahalı interneti de. Ekonomi düzeldi, onun gereği olsa gerek.


Sadece şunu merak ediyorum, bu kadar insan tatilden oy vermek için dönmeseydi, tatil planlarını buna göre ayarlamasaydı, onca insanın katıldığı mitingler yapılmasaydı ne olacaktı? Kaç alacaklardı %80 mi?

21 Temmuz 2007

Mehmet Öz'den araklanan bilgilerle sağlıklı beslenme kılavuzu



Bir anjiyo daha atlattık. Bu sefer her şey temiz. Şükürler olsun ki. Bir daha düşmesin işimiz hastaneye. Bu sene çok düştü, son olsun. Kimsenin düşmesin. Dandik bir kılcal damar yüzündenmiş tüm tantana. Bu konuyu uzatmayayım. Sağlık problemleri hepimizden uzak olsun.
*
*
*
*
Ankara şöyle sıcak, böyle sıcak diye anlatmayacağım. Haber bültenleri başka bir şey söylemiyor zaten. Dondurma, bira, frozen ve limonata. Kısa süreli de olsa rahatlamaya yarıyor. Bir de kır çileklerini buzlu suya koyup yemek güzel.
*
Bu sıra Mehmet Öz'ün dediklerini çok okudum haliyle. Kendisini elinde bir insandan çıkarılmış yağlarla dolu kavanozuyla birlikte her gün başka haber bülteninde gördükçe dinleyemiyordum. Okumak çok daha iyi. Diyor ki yeşil fasulye, semizotu, enginar yiyin. Ayran için. Çay yerine ıhlamur için. Bir de günde 8 bardak su içmenin say say bitmez yararları varmış. Kalp krizi riskini yarı yarıya indiriyormuş mesela. İçirin ebeveynlere, kendiniz de için. Az ve yavaş yemenin de faydaları çokmuş. Sanırım benim avantajım bu. Herkesin 5 dakikada yediği şeyi, 15 dakikada yerim. Bu Mehmet Öz, kadınlarda ideal bel ölçüsünün 82 olduğunu söylüyor. Biz 60 diye kandırılıyor muyuz senelerdir? Belim 82 olursa bir adet balona dönüşürüm, hiç şüphem yok.
*
Bir de benim dikkatimi çeken önemli bir şey var. Sonuçta biz çok et tüketen bir toplum olarak dikkate alabiliriz. Kırmızı etin yanında çiğ domates yemek, etteki zararlı maddelerin yararlıya dönüşmesine sebep oluyormuş. Ben et yemiyorum, devamlı domates yiyorum, o zaman ne olur? :)
*
Bir de yaz günlerinde "Oooh bunun hepsi su nasıl olsa" diyerek karpuz ve kavuna abanmayın, ince bir dilim tercih edilmeliymiş, haberiniz olsun :)
*
Kilo vermek isteyenler içinse lahana doğru bir seçimmiş. Hem hazmı zormuş hem de kalorisi düşükmüş.
*
Siz benim dediğimi yapın, yaptığımı yapmayın! "Oha! Obur Ayşe sağlıklı beslenme ile ilgili bir şeyler yazmış." demeyin. Ben daha önce dikkate almadığım Mehmet Öz'ün kitaplarından edineceğim ve okuyacağım. Kilo vermek için değil, sağlıklı yaşamak için. Kendi kendimize bir çok iyilik yapabiliyorsak neden yapmayalım ki? Kendimi sevgi kelebeği bir tip gibi hissettim, kapatıyorum konuyu..
*
*

Yarın benim ikinci oy verişim olacak. Evimizin dibindeki şirin ilkokula ailece yürüyüp, oyumuzu verip geleceğiz. Ben ilk kez oy verirken, Ayşegül oy verdiğim sandıkta görevliydi. Sittinsene çıkmayan mürekkebi parmağıma boca etmişti. Şimdi aradan kaç yıl geçti, Ayşegül yine o okulda görevli, ben yine o okulda oy veriyorum. Bakalım onun sandığına denk gelecek miyim? Bu sefer tecrübeliyim tabi. Parmağımı simsiyah yapmasına izin vermem! Bu arada bir e-mail adresine ve arada bir forward e-mail yollayan arkadaşlara sahip olan hiçbir Türk vatandaşı kalmadı şunu öğrenmeyen: Oy pusulalarımızı düzgün katlıyoruz, dışa doğru. Diğer tarafa bulaştırmıyoruz. Tatili bölüp gelmenize yazık olmuyor. Pazar gecesi gücümüz yettiği kadar tvnin başında oturuyoruz. Yalaka medyanın söylediklerine inanmamaya çalışıyoruz, söyledikleri çıkmayacak diye umuyoruz. Umutluyuz.

18 Temmuz 2007

durumsal insomniak

Şu hayatta en çok kıskandığım şey, canı istediğinde zaman-mekan gözetmeden uykuya dalabilen insan tipi. Özellikle ertesi gün önemli bir olay varsa, her daim yar yine bana haram geceler. Mülakat, sınav, hatta buluşma gibi olaylardan önceki geceler yatağa yatana kadar gayet normal seyreden hayatım, kafamın yastıkla buluşmasıyla birlikte bir kabusa dönüşebiliyor. Uyuyup da kabus görmek olsa keşke, uyanıklık kabusu kadar kötüsü yok.



Olayın tarihçesine bir göz atarsak, kişisel insomnia maratonumun ÖSS gecesi başladığını görüyoruz. Bütün sene ciddi bir çalışma temposuna girip, sene başındaki sınıf sonunculuğunu, sene sonunda sınıf birinciliğine yükselten, yükseltirken de 8 nadide kiloyu bünesine seve seve katan Ayşe, bu hain sınava hazırlanma konusunda elinden geleni yaptığına emindir. Elbette ki Türkiye'de ÖSS'ye en çok çalışan kişi o değildir, zaten lise hayatı boyunca dandik bir öğrenci olmuştur. Kafasına lise sonda dank eden, "ODTÜ'ye girmeliyim!" fikri yüzünden, kendi çapında çığır açarak, bir daha ne üniversitede, ne de hayatının herhangi başka bir döneminde beceremeyeceği bir çalışma temposunun içine girip, ağustos ayında tuttuğu nefesini anca haziranda bırakabilmiştir.


ÖSS'den önceki gün, arkadaşlarıyla en sevdikleri yer olan Cafemiz'de güzel bir gün geçirmiştir. Gel gör ki, gece olup da Ayşe yatağa "Oh bee, yarın bitiyor her şey!" diyerek yatarken, aslında o gecenin bir dönüm noktası olduğunu hiiiiç bilmemektedir. 11 gibi yatılan yataktan, saat 3 civarı 'uyuyamadıkça sinirleri bozulma ve sinirleri bozuldukça uyuyamama' kısır döngüsü içinde kalkan Ayşe, ağlama krizerine girip, evin diğer fertlerini uyandırmış ve anne-babasının şaşkın ve çaresiz bakışları altında sabaha kadar ağlamaya devam etmiş ve bir yandan da "Bütün emeklerim boşa gittiiii!" diye mızırdanıp, burnunu çekmiştir. Anne ve babasının "Girme kızım sınava. Boşver; sağlığından önemli mi" gibi moral vermeye yönelik cümleleri, Ayşe'nin üzerinde tamamen ters bir etki yaratıp, "Bühühühü ev kızı mı olıyım üniversiteye gitmeyip de" şeklinde, yıllar sonra üniversiteyi bitirdikten sonra başına geleceklerin aslında tamı tamına bu olduğundan habersiz şekilde ağlamaya devam etmesine yol açmıştır. Neyse efendim, Ayşe hanım kızımız sınava gitmiştir; bu olay da böyle bitmiştir. Ayşe hala bazen düşünmektedir, acaba o gece sıkı bir uyku çekse, her şey çok farklı mı olacaktır? Aslında geriye dönüp bakınca, Ayşe üniversite hayatından pek memnun kalmıştır, o yüzden bir şeyler değişsin istememektedir ama yine de merak etmektedir işte..


Daha sonra üniversite hayatı boyunca da bilimum sınav ve finallerden önce uyuyamadım. Derslerle hiç alakalı değildim, 4 senede bitirmeme rağmen, kaldığım bir çok ders oldu, pek de umrumda değildi zaten. Sanıyorum ki Ayşegülle tanışmamış olsaydım, 4 senede bitirmem de mümkün olmazdı. Hem takmıyordum dersleri, okulun uzamasını filan, hem de uyuyamıyordum salak gibi. Üstüne üstlük Öss'deki çalışmanın milyonda birini bile yapmıyordum. Neydi beni uyutmayan bilmiyorum. Ruh gibi gidiyordum sınavlara. Ne Pasifloralar, ne Dideraller gördü bu kız, bana mısın demiyor.. Bilinçaltı çok garip bir şey sayın seyirciler..


Ben aslında hiçbir zaman yatağa yatınca 3 dakikada uyuyan biri olamadım. Önemli bir şey olsun olmasın.



Yoga dersine gittiğimde de durum farklı değildi. Ki insanın en son heyecanlanması gereken yer bir yoga sınıfıdır sanırım. 1-2 saatlik egzersizden sonra, adı pek hoş olmayan ceset pozisyonu'na(savasana) geçilir. 20-25 dakika süresinde yumuşak bir müzik eşliğinde öyle ölü gibi yatarsınız. Dinlenme pozisyonudur bu, daha çok detaya girmeyeyim. Uyumanız beklenir. Sınıfta 10 kişi var; yanyana, arka arkaya yatıyorsunuz. Yemin ediyorum insanlar 2 dakikada uyurdu ya.. Ayşegül de şıp diye uyurdu hemen zaten yanıbaşımda.. Ben şaşkın şaşkın bakınırdım etrafa. O kadar mümkünatı yok ki öyle bir durumda uyumanın benim için, 3-5 kere deneyip, daha sonra sinirlerim bozuldu; sonra hepten bıraktım uyumaya çalışmayı. Biz buraya rahatlamaya gelmiyor muyduk yogi kardeşlerim?



Bu sabah da İzmir'den Ankara'ya gelirken bineceğim uçak sabah 7deydi. İzmir'e 1 buçuk saatlik mesafede bir yerde olduğum için 4 buçuk civarında evden çıkmam gerekti. 12de yatarken 4'te kalkacağını bilerek uyuyamayan bir ben miyim? Diyorum ki kendi kendime "Salak Ayşe yarın yapacak bir şeyin yok! Sabah eve gidince uyursun işte zaten, şimdi de uyumaya çalış işte.." Yok. Bende var bir tuhaflıklar ama hadi hayırlısı.



Sabah saat 6 civarı elimde Tolstoy'un Diriliş'i, 375.sayfanın ilk paragrafını 5. kere okuyup anlamadıktan sonra pes ediyorum.. Ne uyuyabiliyorum, ne okuyabiliyorum, öyle sersem bir hal işte.
Bu kadar yeter diyorsun di mi? Bence de..

16 Temmuz 2007

ahmet, çocuğun kendisinden olduğunu öğreniyor mu allah aşkına?



This is Kekre. Büyük ihtimal "kekremsi tat" ifadesinin kahramanı. Tadı pek bir tuhaf. Gelincik şerbeti de deniyor. Eski bir tütün deposunun restorasyonla hayata dönüşü, yüksek tavanlı, yüzbin pervaneli Alaçatı Agrilia'ya giderseniz, eğer çok merak ettiyseniz denersiniz. Ben limonatayı rica edeyim ordan. Ece Sükan'ı gördüm orda, vallahi güzelmiş.





Burada Yunanistan etkilerini her yerde görebiliyoruz. Yani aslında Yunanistan etkisi değil bu; senelerdir beraber yaşamış insanların kültürlerinin içiçe geçmişliği diyelim. Şirin bir dükkanda böyle şirin reçeller satılıyordu. Patlıcan, misket limon ve hatta sonradan dikkat ettim geçenlerde Şafak'ın bahsettiği domates reçeli bile var. Bu dükkandan reçel değil de, sakız macunu aldım ben. Kurabiyelere, keklere filan koymak için. Çok süper bir fikrim var bu sakız macunuyla yapmak için. Hatta cafemde yapacağım, benim special'ım olacak gibi hayallerim vardı. Geçenlerde İstanbul'dan gece yarısı gelen telefon "Ayşeee! Senin fikrini burada bir cafe yapmış, gecenin bi yarısı olmasa girip deniycem!" dedi bana. Hayallerim biraz suya düştü ama yapıcam Sakızlı Cheesecake'imi. Special'ım olamasa da en güzel ben yapıcam! :)
2 gün sonra Ankara'ya dönüyorum ulvi vatandaşlık görevimi yerine getirmek için. Ayın 20sinde de bir iş görüşmem var 2 yıldır girmeyi istediğim bir şirketle. Hani diyorum ki beni alsalar, deseler ki eylülde başla Ayşe sen. Bütün Ağustos planları suya düşmese. Şimdi sinir olmayın bana! Arkadaşlarla yapılan tatil başka bişey, şurada Çandarlı'da aile yanında tatil başka bişey. Tamam küçük bir Alaçatı kaçamağı yapmış olabilirim. Ama sadece 2 gündü. Eylül'de başlamak istiyorum müdür bey. Mümkün müdür?
Hava sıcaklığı 6 ila 8 derece artacakmış. Tam da Ankara'ya gelirken. Kendimizi çok özlediğimiz sinema salonlarına atarız artık. Bakın, nasıl da tükenmiyor demokrasilerde çareler.
Aslında benim çok sonradan seyretmeye başladığım Hatırla Sevgili ile ilgili sorularım var. Bir türlü karar veremiyorum öğrenmeli miyim öğrenmemeli miyim diye. Çatlama derecesine gelince diziyi seyretmiş olan okuyuculardan kopyalar rica edeceğim.

13 Temmuz 2007

Kahvaltı hakkında yüz milyon detay

Karnınız tokken okuyun, uyarmadı demeyin! :)
Öğünler arasında bir sıralama yapmam gerekirse 1 kahvaltı, 2 akşam yemeği, 3 öğle yemeği derim. Kahvaltı genelde aceleye gelen öğün olsa da aslında en keyiflisi. Ayrıca beslenme açısından en önemlisi. Çok önem veririm beslenmeye, öyle böyle değil! :) Uzun kahvaltı yapmaya fırsatım olduğunda 3 saat bile devam edebilirim..
Kahvaltıyı sıkı yapınca insanın metabolizması hızlanıyor, bu yüzden daha çabuk acıkıyor. Yani aslında kahvaltıyı iyi yapmak, daha çok yemeye sebep oluyor ama metabolizmayı hızlandırdığı için de iyi bir şey. Ben işin içinden çıkamıyorum. Belki de en doğrusu, kahvaltıyı en yüklü öğün olarak görüp, diğer öğünleri daha hafif geçirmeye çalışmaktır. Neyse efendim, boğazına hakim olmakta dünyanın en kabiliyetsiz kişisi olarak, bu konuda daha fazla konuşmayı kendimde hak görmüyorum. Ben sadece yeme konusuna dönüyorum. Biliyorum esterhazy beyler benden gün geçtikçe daha çok nefret edecekler ama bu kahvaltıyı da yazmalıyım :)
*
*
*
*
Alaçat kır evi'nin kahvaltısı çok özenli, çok lezzetli. Bir de İzmir şubesi Alaçat Cafe varmış, İzmir'dekiler bol bol faydalanıyorlardır bu kahvaltıdan umarım..
Benim için kahvaltının en önemli öğesi domates. Bir de çay. Beyaz peyniri kaşara tercih ederim. Domates-peynir ve çay üçlüsüyle geçirebilirim kahvaltıyı. Yanına başka bir şey istemem. Olursa hayır demem! :)
*
*
*
*
*
*
Ekmek ise başlı başına bir konu. Ben ekmeği beyaz ve çıtır çıtır severim. Kepek ekmeğinden nefret ediyorum. Ekmek değil o! Belki çavdar, ama kepek asla değil. Yemeyin o siyah siyah ekmekleri arkadaşlar! :) Güzelim, mis kokulu bembeyaz ekmekler varken, ne gerek var kepekmiş, çavdarmış, bilmemkaç tahıllıymış.. Ben sevmiyorum.



*
*
*
*
Reçel yiyemeyen biriyim ne yazık ki. Daha doğrusu kahvaltıda tatlı hiçbir şey yiyemiyorum. En çok gül reçelini seviyorum ama o da senede bir belki.. O yüzden pek tereyağı da tüketmiyorum kahvaltıda. Yemeklerde de hiç kullanmadığımız için, hiç tereyağı görmüyor bünyem.. Muhtelif şekillerde kapatılıyor bu açık, hiç merak etmeyin! :)


*
*
*
Şu an etrafım zeytin ağaçlarıyla çevrili. Bizim buralarda önemli bir sektör. Yoksa zeytin sadece zeytinyağı için mi var? Normalde siyah zeytinle de çok aram yok, ama resme bakın. Buna hayır demek mümkün değil ki..








Ege'ye özgü bir şey bu sanırım. Bir çok yerde çıkıyor insanın karşısına. Böğürtlenli lor. Ayvalık'ta da tatlısını yapıyorlar bunun, yemekten sonra servis ediyorlar.. Çeşme'de kahvaltıda yeniyormuş. Benim için tadımlık, ama anlaşılan seveni çok. Giderseniz aklınızda bulunsun.




*
*
*
Ayşe'nin favorisi. Salatalık değil, acur. Bayılırım acura. Şeri domateslerle beraber, yegane kahvaltı öğelerim olabilirler. Bol bol domates tüketin, kansere karşı en iyi korumalardan biri bu. Her şeye de gider.. Üzerinde zeytinyağı gezdirilmiş olsun, geride kalan domatese bulanmış zeytinyağını ekmekle bir damla bile kalmamacasına sıyırmak serbest. Hatta yapılmazsa ayıp, günah! :)


Veee çay. Anlayan da pek anlıyor bu çay işinden. Tomurcukla özel demleyenler var, belli bir renkte, kokuda olanını tercih edenler var. Bizimkiler evde doğuş çay tercih ediyorlar. Ben iyi demlenmiş her türlü çayı seviyorum. Yurtdışında en çok bizim çayın eksikliğini hissediyorum.. Eskiden poşet çay, ince belli cam bardak hiç ayırt etmezdim, artık ediyorum.. Yaştan mıdır, yeme-içmeyle gitgide kafyı bozuyor olduğumdan mıdır bilmem. Bu kahvaltıyı güzel demlenmiş çaydan başka ne tamamlar ki?
*
*
Günün en çok kişiselleştirilebilen, en çok çeşiti barındıran öğünü benim favorim. Hani Ayşe yumurta mı diyorsunuz. Ben onu da yiyemiyorum. Omlet olarak belki; kırk yılda bir. Kaç yıl oldu bilmiyorum kendi başına bir yumurta yemeyeli.. Yumurta yemeden mi kestin bütün bu ahkamı derseniz, evet. Biliyorum tam değil kahvaltı ritüeli yumurtasız :) Salam, sucuk filan ise demeyiniz, onlar kötü şeyler, yemeyelim neden yapıldığı belli olmayan şeyleri.. Değişik neler neler yeniyordur heryerlerde! :) Merak ediyorum.
*
*
Yazıyı tok karnına yazdım, sanırım diğer türlüsünü beceremezdim.. Ne çok yazmışım. Buraya ulaşanlara teşekkürler! :)

11 Temmuz 2007

Cümle içinde kullanalım: Ben Langusta Gördüm !!

Benimle tatil kimine göre zevkli kimine göre de cehennem azabı olsa gerek. Plansız programsız tatil yapamam. Şu anki durum böyle değil elbette. Yazlıkta olmak farklı. Burada aylaklığa toleransım sonsuz. 10 saat yerimden kalkmadan kitap okuduğum da oluyor, 3 saat aralıksız kağıt oynadığım da. Hatta tv kültürü diye bir şeye bir türlü sahip olamayan ben, yazlıkta geçirdiğim süre içersinde o sene popüler olmuş dizilerin gündüz tekrarlarını seyrederek, senenin çok lüzumlu dizi açığını telafi etmeye çalışıyorum. Bu ara sabahları Hatırla Sevgili'yi izlemeye başladım mesela. Salak kafam, keşke önceden izleseydim desem de yapamayacağımı biliyorum. Haftalık dizileri takip edemiyorum, mümkün değil her hafta aynı gün ve aynı saatte evde olmayı garantilemem. Ben de her sabah 11'de yayınlanan tekrarları seyredip manyakça 10 bölüm üstüste Lost seyreder gibi Hatırla Sevgili izliyorum şu sıra.
*
*
Yine nereden nereye. Ayarlanmış tatillere çıkarken hastalık boyutunda plan program yapıyorum. Sayfalarca şey print edip, yanıma alıyorum. Görmeden gelinmeyecek yerler listesi yapıyorum. Hiç şaşırmayacağınız üzre gideceğim yerdeki yemek kültürü ve restoranlar bu listenin kayda değer bir bölümünü oluşturuyor.
*
*
Alaçatı tatili belli olur olmaz da, Çeşme ve Alaçatı hakkında ne kadar web sitesi varsa hatmettim. 2 gece de tercihimiz rakı-balık olacağından, hep bu yönden araştırma yaptım veee aslında bütün bu araştırmaya sebep olan sürpriz ve özellikli bir şeylere rastlama ihtimalini teğet geçmeden, beni oldukça mutlu eden bir keşifte bulundum.
*
*
Keşif Langusta. Langusta denen şey ıstakozun küçüğü. Buraya özel bir böcek :) Çeşme Çiftlikköy'de sadece 2 adet restoranda yapılıyor. Restoranlardan biri Langusta diğeri ise Can Baba. Eh bulmuşken böylesine bir şey, gidip denememek olmaz.
*
*
Dünyanın en sevimli otelinin, en sıcak işletmecisine fikir sorduk. O bize Can Baba'yı tavsiye etti, oradan da yerimizi ayırdı. Çiftlikköy, Alaçatı'ya çok da yakın değil. Arabayla 20 dakika gibi bir sürede ulaşılıyor. Ulaştığınıza değiyor.
*
*
*
*
Öyle ıstakozumsu varlıklardan söz ediyorum diye, sakın üzerimde kırmızı tuvaletlerle Çırağan'da yemek gibi bir sahne canlanmasın gözünüzde. Can Baba da Langusta da birbirinden salaş yerler. Hatta Langusta'da tam bir köy kahvesi görüntüsü vardı. Tahta, çelimsiz iskemleler, tamamen sade bir dekorasyon.. Hatta biraz da hayat yok gibiydi Langusta'da, biz şöyle bir göz atıp Can Baba'ya geçtik. Parmak arası terliklerle bile gidilir şıpıdık şıpıdık.
,
,*
*
*
*
,
*
*
Beyaz peynir, deniz börülcesi (Ankara'da da var ama hiçbir zaman İzmir'deki gibi olmuyor), kalamar ızgara ve salatayla başladık. Langustamızı sipariş edip, ne menem bir şeyle karşılaşacağımızı, gelen yaratığın kolunu bacağını nasıl yiyeceğimizi (ki acaba yeniyor mu??), nee 3lü makas seti mi getiriyorsunuz yanında! gibi heyecanlı konuşmalar yaptık. Sonunda langustamız geldi. Çok lezzetli bir varlıkmış sevgili langusta. Tadı karidesten yapılmış biftek gibiydi bence. Koskoca yaratığın içinden topu topu 2-3 avuç kadar et parçası çıkarmak için yapılan maymunluklar da çok eğleceli. Hatta ben küçükken ilik emdiğim gibi kollarını hüüp diye çektim. Siz yine de ciddi bir ortamda denemeyin! Gerçekten de 3lü bir makas setiyle birlikte geldi. Masadakilerle birbirinizden "Neşter!" diye bu makasları isteyip doktorculuk da oynayabilirsiniz. Sadece tavsiye olarak söylüyorum, koskoca insanlar olarak biz tabii ki böyle şeyler yapmadık! :P
*
*
Yemeğin üzerine yer kalırsa, ya da bizim gibi mide olması gereken başka bir kara deliğe sahipseniz, sakızlı muhallebi + türk kahvesi + sakız likörü muhteşem bir final kombinasyonu.
*
Çeşme'ye yolu düşeceklere bir öneri olsun. Normal bir rakı-balık gecesinden az biraz daha tuzluya gelebilecekse de, farklı bir tat denemek isteyenler için yerinde bir seçenek olur diye düşünüyorum. Aman da aman pek de bilmiş konuşuyorum.

9 Temmuz 2007

çivit post

Daha gitmeden biliyordum zaten. Bu kadar seveceğimi biliyordum. Bazı yerler çeker hani. Powerpoint sunumu iliştirilmiş o forward e-postalardaki şahane Maldivler görüntülerinin çektiği gibi değil. Kan çeker gibi. Burada olmak istiyorum dedirtir. Demiştim ben de. Her ne kadar nüfus cüzdanımızda İzmir/Konak yazıyor da olsa, babam Çeşmeli sayar kendini. Neredeyse İzmir'de geçirdiği kadar vakit geçirmiş orada. Orada büyümüş, çalışmış. Daha önce birkaç kez gittim ben de Çeşme'ye. Ama bu seferki farklıydı. Bu sefer Alaçatı çekti beni. Artık aklın başında; gel, doğru düzgün gez dedi. Gördüğün mavilerin içinde en güzel maviyi gör, adı çivit olsun, beyaz evlerin pervazlarını, ahşap çerçevelerini süslesin.



Taş binaların sıra sıra dizildiği labirent sokaklarda kaybolmak çok güzeldi. Alaçatı Bodrum olmasın, dolmasın, turistler tıklım tıklım doldurmasın sokaklarını. Gidip gezelim çivit mavili sokaklarda, sakızlı kurabiye alalım. Sakızlı muhallebi yiyelim. Türk kahvesiyle sakız likörü içelim. Sakız sakız sakız. Limonata içelim. Mavi elbisemizi, beyaz terliklerimizi giyip, karmakarışık olalım burayla. Tekrar.







Yemek konusuna girmiyorum bugün hiç. Sokaklar olsun sadece. Yemeklere girince çıkamayacağım zira. Yüzgeçlerim çıkacak neredeyse balık yemekten. Sonraya kalsın.
***
8









*
*
*
Müsait bir zamanda mutlaka gidin görün buralar masumiyetini kaybetmeden....

5 Temmuz 2007

kıpırdamazsan gider korkma!

Gecenin bir vakti balkonda tek başıma kalıverince hatırladım aslında tırsık bir insan olduğumu. Zaten bir huzur evi ambiyansına sahip sitemizde tüm sakinler uykuya yattıktan- ki aslında saat 11- sonra sessizlik korkutucu boyutlara ulaşıyor. Sadece sessizlik varsa neden korkuyorsun diyorsun di mi? Hemen anlatayım. Balkonun -burası veranda diye mi adlandırılıyordur acaba?- üzeri düğüm düğüm olmuş, yarım metre kalınlığına ulaşmış bir tür sarmaşıkla çevrili. Yani tam şu saniye oturduğum yerin tavanı -gibi- sadece yaprak, dal ve bilmediğim yüz bin çeşit börtü böcekten mürekkep. 4*5 ölçüsünde doğal bir ters halı saha. Haliyle çıtırtı pıtırtı tıkırtı hiç eksik olmuyor. Artık yılan mıdır yarasa mıdır akrep midir kertenkele midir yusufçuk mudur yoksa hepsi birden midir bilmiyorum ama özetle kafama bir şey düşecek diye korkuyorum.

(Gündüz çekilmiş bir resmi fikir versin diye koyuyorum. Mini minnacık bir yazlık evin bahçesine 2 tane koskoca ağacı dikmek kimin fikridir bunu başka bir yazıda tartışırız.)


Normal şartlarda böceklerden-haşerattan korkan biri değilim. Elimle alıp atarım; hiç öyle "ayyy ben çok korkarımmm!" diye kendimi sandalyalerin üzerine atmam. Benim milyonda bir boyutumda bir varlığın bu kadar tantana etmeye değecek bir şey olmadığını bilirim. Buradan da sesleniyorum: Sevgili dişi kardeşlerim, ay ay ay ay diyerek ortalığı birbirine katmayın. Akrep filan olmadıkça bir gazete kağıdıyla küçük canlıyı avcunuzun içine alıp dışarıda bir yerlere savurun. Peki Ayşe arı ne olacak diyorsanız, size Başak'ın geçen sene Çandarlı'ya yayılan muhteşem yöntemini vereyim bari. Bir bardak altlığına koyduğunuz türk kahvesini (pişirmeyin, 2 çay kaşığını kuru halde koyuverin) yakın. Tütsü gibi -göreceli tabii- bir koku yayıyor ve arı filan kalmıyor ortalıkta. Artık bahaneniz kalmadı kendinizi bile şaşırtan 'Ben bu tiz sesi nasıl çıkarabiliyorum?' dedirten sesleri çıkarmak için!!


Şu anki durumum farklı. Kafamın üzerindeler. Aramızda 1 metre var. Buraya kesin branda yapılmalı. Neden orada durmakta ısrar ediyorsun be kadın, saatlerdir vır vır konuşuyorsun derken bir durup düşünmüyorsunuz evin içinde havanın ne kadar sıcak olduğunu!

Bir de şirin canlılar var. Mesela bir kaplumbağamız var; arada bahçeye uğruyor, suluyoruz biz de onu. Geçen sene de geliyordu. Tabii başka bir kaplumbağa olması çok mümkün ama ben öyle düşünmek istemiyorum. Bir de şimdi söylediğim şey yüzünden beni deli sanmayın ama burada bir kurbağa benimle arkadaş olmak istiyor. İlk olarak dün geldi; saatlerce bana baktı. Biraz önce tekrar geldi. Bir gün önce gördüğüm için neredeyse eminim aynı kurbağa olduğuna. Bu sefer sadece gözünü dikip bakmakla kalmadı. Etrafımda zıp zıp zıpladı; resmen 2 tur attı. Korkuyorum. Bana bişey yapacak diye değil, olayın tuhaflığından. Susamış, su istiyor desem -ki kurbağaların insanlarla bu çeşit bir iletişimi var mı hiç bir fikrim yok- her yer ıslak, gerektiğinden çok su var ortalıkta. Acıkmış da olamaz, her yer ot vesaire. Gerçekten ilginç bir an yaşıyorum. Dön dolaş bakalım şapşal kurbağa.








Bir rüya yarın gerçek oluyor. Ben hafta sonu için çooook merak ettiğim Alaçatı'ya gidiyorum. Bugün gelen tatsız bir haber biraz keyfimizi bozmuş olsa da, ufak şeylere can sıkmamak, olduğu gibi kabul etmek lazım diyorum. Di mi ama Nazilli? :)






Veeee yarın Başak'ın doğumgünü!!! Birlikte olamayacağız, bu çok çok çok kötü olsa da artık mesafeler filan pek de mühim değil. Başak burayı çok sever. Annem de burada onu çok özlüyor. Keşke burada kutlasaydık be Başak. Gazinoda pasta keser, akşam da Sarah'ta içerdik. Bu sene daha gidip bakmadım bile yerinde duruyor mu diye. Canım arkadaşım, iyi ki doğdun, iyi ki benim arkadaşımsın. Umarım şu 25 yaşımıza girdiğimiz gibi keyifle gireriz 45imize.

4 Temmuz 2007

Smyrna ve Pitane


Ege'nin gözünü seveyim. İç Anadolu'dan seyahate çıktıysanız, haritaya ya da tabelaya hiç ihtiyaç yok, anlarsınız ege'ye geldiğinizi. Bu nasıl oluyor, biliyor musunuz? Yeşilin tonu değişiyor. İç Anadolu'nun sarı-yeşil stepleri canlı bir koyu yeşile bürünüveriyor. "İzmir 30" levhasından sonra ise heyecan-mutluluk-huzur-aidiyet çorbası içinde sakince yüzen kızarmış ekmekler kadar mesudum.



12 saate yaklaşan, 3 vasıtadan mürekkep bir yolculuktan sonra, Çandarlı'ya jöle kıvamında ulaştım. Annem beni kolumdan tutup gazinoya akşam yemeğine götürdü. Bu "gazino" kavramı da irdelenesi bir şey. Yaş ortalaması 70 civarında seyreden site sakini teyzelerin konken masaları, bu teyzelerin kocalarının okey masaları, 10 dakikada bir bu iki grup tarafından sessiz olmaları konusunda uyarılan çoluk-çocuğun papaz kaçtı masaları ve dışarıda tavla oynayan masalar düşünülünce aslında bir Vegas "casino"su çeşitliliğinde bizim gazinomuz. Yıllar sonra Memo'dan feragat etmek yerine Memo dolabının yanına bir Algida dolabı konması ve Salem Light bile satılır hale gelmesi ise "Kahraman bakkal Süpermarket'e karşı"dan çıkmış gibi.. Neyse, annemle, Nurullah abinin karısının elinden çıkma mezeleri götürürken, 1 şişe de şarabı yuvarladık. Tası tarağı toplayıp buraya taşınası geliyor insanın sayın seyirciler.


Kasabamızda internet bağlatmak mümkün olmadığından, 20 km ötedeki buradan daha büyük medeniyet merkezi Dikili'ye gittim. Türk Telekom'da tahmin ettiğimden çok daha çabuk sürede işimi hallettikten sonra annemle tesadüfen o gün kurulduğunu öğrendiğimiz Dikili pazarı'na uğradık.


Su geçirmeyen saatler için hazırlanmış müthiş pazarlama stratejisi karşısında şapka çıkarıyorum. Pazarda fotoğraf çekerken de mahalle halkı tarafından turist muamelesi görmek pek ilginçti.


Pazar turumuzdan sonra, annemle Dikili'nin sahile nazır çay bahçelerinden birinde midye dolma yedik. Ah ne çok özlüyorum ben seni midye dolma!


Bir de Selçuk Altun olmak istediğime karar verdim büyüyünce. Buna karar verir vermez de senelerdir sanki kendime bir idol arıyormuş da sonunda bulmuşcasına sevindim. Ki galiba gerçekten öyle oldu. Aforizmalardan oluşan kitabı -Cumhuriyet Kitap'ta 40 hafta boyunca yayınlanmış Kitap İçin başlıklı yazılarından aynı isimli derleme- yaladım yuttum. Sayfa sayfa not çıkardım. Kendisinin yanında hiçbir ücret talep etmeden yıllarca stajyer olarak çalışmak, onunla sahaflarda gezmek ve çok merak ettiğim kütüphanesini hayran hayran seyretmek isterdim.
Kitaptan bir alıntı:

"Tolstoy'dan Gorki'ye:
O (Dostoyevski), Konfüçyüs veya Budist öğretileriyle tanışsın, biraz sakinleşir. Bu böyle biline. İsyankar bir adamdı; kızgınken, kel kafasında birden yumrular peydahlanır ve kulakları oynardı. Çok duyarlıydı ama düşünce sistemi zayıftı. Kanında biraz Yahudilik vardı. Evhamlı, hırslı, ağır ve kısmetsizdi. Bu kadar çok okunması tuhaftır. Nedenini anlayamıyorum. Yazdıklarının tümü üzücü ve gereksizdi.

Gorky's Reminiscences of Tolstoy"

Selçuk Altun'dan sonra okumak üzere yanımda getirdiğim Tolstoy kitabı, garip bir tesadüfün eseri olsa gerek. Ben şimdi saatlerdir karşımda duran denize gideceğim ve Geoid biçimli şirin teyzelerin arasında kitap okuyacağım.