31 Ağustos 2007

huzur...

KumBeach - Çiftlikköy /Çeşme

Resimlerin üzerine tıklayıp büyütmek iyi fikir olabilir.






Çiftlikköy, Çeşme'nin biraz dışında.


















Ama buraya gelmeye değer.


















Nişanyan'lar bu plaj için Türkiye'nin tartışmasız en güzel plajı diyorlar.























Adı "beach" ama müzik yok, kalabalık yok ve hatta giriş ücreti yok.








İncecik kumlar, şahane bir deniz, denizin ortasında beyaz ahşaptan minderli localar ve bol bol huzur var.










Gittim.Yüzdüm.Geldim.

30 Ağustos 2007

30 ağustos zafer bayramı; ee sonra?

Ben bu ülkeye doğmuş olmaktan çok mutluyum. Bu ülkenin getirildiği yerden, hak etmediği iki yüzlülükten ve kandırmacadan çok mutsuzum. Yeni anayasadan önce son Zafer Bayramı. Zafer Bayramı'nı sadece 30 Ağustos diye bir tarihten ibaret sanmayıp, o güne gelene kadar neler olduğunu, o tarihten sonra neler yapılmaya çalışıldığını, "ana fikrin" ne olduğunu anlayanların Zafer Bayramı kutlu olsun.


Zenciler, beyaz oldu! Necati Doğru


Bir elleri yağda, bir elleri baldaydı. Oğulları, gemi sahibi oluyordu. 5 villa birden alabiliyorlardı. Babalarının şirketi, 42 şehrin belediyesine “şehir mobilyası” satıyordu.

Ulusal büyük sermaye.

Yerli orta sermaye.

Küresel sermaye.

Global finans piyasaları.

Onlara iktidara geldikleri 2002 yılı sonundan beri hep “birinci sınıf, seçkin beyaz adam muamelesi” yapıyordu. Ekonomi ve finansal piyasalar, onların hükümetlerine sürekli krediler açıyor, Türkiye “dünyada en yüksek cari açığı veren ülke olmasına rağmen sıcak para oluk oluk” bizim ülkemize akıyordu. Fakat başta Başbakan olmak üzere, onlara oy verenlerin de bir bölümü, “kendilerini Türkiye’nin zencileri” olarak görüyordu. Başbakan, Washington’a, Londra’ya, Paris’e ve Brüksel’e gittiğinde katıldıkları yemekli toplantılarda yabancılara; “Ben Türkiye’nin zencisiyim... Kızlarımı bile kendi ülkemde okutamıyorum... Bize ülkenin zencisi muamelesi yapılıyor” diye kendi ülkesini şikâyet ediyordu.

Hep mağduru oynadılar.

Hakkı verilmeyen.

Gadre uğramış.

Zarar ziyan görmüş.

Ne mutlu bizlere ki “AKP’nin kurucularından ve onu var eden islamcı-liberal çizginin son 25 yıldaki en kilit kişilerinden biri olan Sayın Abdullah Gül, yasalara, kurallara, demokrasiye, halkçılığa uygun ve demokrasinin ikramı olarak yeni Cumhurbaşkanımız” seçildi.

Zenciyiz dediler.

Cumhurbaşkanı çıkarttılar.

Zenciler beyaz oldu.

“Mağduruz” edebiyatı bitti.

Mağdurdular, mağfur oldular.Mağfur yani bağışlanmış, affedilmiş duruma geldiler. Düzen onları kabul etti. Yeni Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, Meclis’te seçilip alkışlandıktan ve yemin ettikten sonra; eşinin başı da türbanlı olduğu halde 57 yaşında Çankaya’ya çıktı.

Zencilik zaten yoktu.

Maddeten yoktu.

Onların kuruntusuydu.

Şimdi kuruntu da bitti.

Nitekim yeni Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Çankaya’ya çıkıp eski Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’den “görevi sade bir törenle teslim aldıktan” iki saat sonra; “buram buram AKP kokan bir misafir hücumuna” uğradı ve hiçbir eziklik duymadan; kendisini tebrike gelen AKP yandaşı gazeteciler Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, Nazlı Ilacak Hanımefendi’ye sarılıp “tebrikleri” kabul ederek, neredeyse bu kucaklaşmaları “resmi resepsiyona” dönüştürdü.

Eziklik duymadan.

Özgüven içinde.

Aslında dışa karşı; “biz zenciyiz...” dediler fakat 4,5 yıldır “özgüvenli beyaz adam” gibi davrandılar. İktidara geldikleri 1 Aralık 2002 tarihinden başlayıp 2007 yılının başına kadar geçen süre içinde; her 9 saat 6 dakikada bir bürokrat; günde 2.5 bürokrat, ayda 81 bürokrat ataması yaptılar. Bunların çoğunluğu da eski Cumhurbaşkanı Sezer’in “bu makama getirilmesi uygun değildir” diye veto edip geri gönderdiği fakat iktidarın “vekaleten o görevde tuttuğu” kişiler oldu.

26 Müsteşar.
112 Müsteşar yardımcısı.
243 Genel müdür
1175 Daire başkanı.
1299 İl müdürü.
351 Müşavir.
26 Müstakil başkan.
3 Genel sekreter.
4 Genel sekreter yardımcısı
Toplam 3 bin 719 kişiyi devlet aygıtına vekâleten yerleştirdiler fakat bize “zenciyiz edebiyatı” yaptılar ve son seçimlerde bu edebiyatı malzeme olarak kullandılar.

Cumhurbaşkanı!

Başbakan!

Meclis Başkanı!

Zenciyiz diyenlerden oldu. Zenciler beyaz oldu. Mağduruz edebiyatı yaparlarsa sakın yemeyin, yutmayın, kanmayın.




“İlk kez seccade” küstahlığı! Ruhat Mengi

Yabancı basının cehaleti ile kötü niyetli kışkırtmaları devam ediyor. Çoğu, yeni Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den söz ettikleri makalelerde kasıtlı olarak sürekli “orduya karşı, ordunun hassasiyeti, orduya rağmen başörtülü eşini yanına almaya cesaret edecek mi” gibi anlatımlarla bir yandan orduyu provoke etmeye çalışırken bir yandan da rejimin etkilenebileceği, Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim yapısının değiştirilebileceği konusunda sadece ve sadece ordunun hassasiyeti varmış, laik rejim toplumun umurunda değilmiş gibi bir hava yaratıyor.

Bunu yaparken “kamusal alanda dini sembol kullanılmaması” ile ilgili mahkeme kararlarını da (AİHM dahil) kasten unutarak türbanlı cumhurbaşkanı eşinin yine yalnızca ordu yüzünden törende sorun olabileceğini öne sürüyorlar.

Independent “Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının İslâm ve demokrasinin birarada yürüyebileceğinin göstergesi olacağını” söylerken Türkiye’de 84 yıldır İslâm ve demokrasinin birarada yürüdüğünü ve bunu kavgasız gürültüsüz başarmasını sadece demokrasiye değil, aynı zamanda laikliğe (din ve inanç baskısının olmayışına) borçlu olduğunu yine kasıtlı olarak unutuyor.

Guardian ise cehalet ve saygısızlığı had safhaya çıkararak “Müslüman Demokrat Abdullah Gül’ün sayesinde Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne ilk kez seccadenin gireceğini” yazmış. Yani bundan önceki 10 cumhurbaşkanı ile Köşk’te birlikte yaşamış gibi onların namaz kılmadığından emin. Aslına bakarsanız artık bu küstahlığa resmî bir cevap gönderilmesi gerektiğine inanıyorum ben ama kim yapacak?

Sonra “ilk kez seccade” ile kalmıyor “Müslüman demokrat” tanımıyla daha önceki cumhurbaşkanlarının bu özelliklere de sahip olmadığı iddiasında bulunuyorlar.

Washington Post ise bir başka küstahlık yaparak “Ya darbe olacak ya da ordu yükselen siyasi İslâm’a alışacak” demiş.

Siyasi İslâm dediği şey devlet yönetiminde dini kuralların da geçerli olduğu, kısacası din ve devlet işlerinin ayrılmadığı, toplumu din/inanç konusunda devletin yönlendirebileceği, kısacası laikliğin ortadan kalkacağı yönetim tarzını dayatacak olan hareket ve anlayış...

Türkiye’yi dünyada “özenilen, inanç özgürlüğüne sahip tek Müslüman çoğunluklu ülke” yapan rejiminin demokrasinin temeli olan laiklik kısmını önemsememelerinin ve hatta ortadan kalkmasını desteklemelerinin (geldiğimiz noktaya bakar mısınız) sebebi ortada tabii...

Avrupa’nın umurunda değil çünkü zaten “teokratik yapıya kayan bir ülkenin AB’ye üye olamayacağını açıkladı” ve zaten bu işine de gelecek, Sarkozy de hiç sıkılmayacak...

ABD’nin ise neden desteklediğini açıkça biliyoruz, Independent “Türkiye’nin değil çok daha geniş bir coğrafyanın geleceğini ilgilendiren fırsat” diyerek bunu bir kez daha vurgulamış. Tesadüfe bakın ki, onlar bunu söylerken, Arap yazarlar “Türk İslâm Demokrasisi” diye adını koyarken İran ve Fas gibi ülkelerin birdenbire Türkiye’deki demokrasiyi pek takdir etmeye başladıkları yazılıyor. Tesadüf işte!!!

Bunları yapmayı sürdürerek, bakalım bizi nereye itecekler göreceğiz.

Ama benim asıl ağırıma giden sanki Türkiye’de Müslümanlık yeni ortaya çıkıyormuş havası yaratarak, geçmiş cumhurbaşkanları ile milyonlarca Müslüman’ın inancını tartışmaları.

Salak değilse ne bunlar Allah aşkına?

28 Ağustos 2007

Bay Nihat'ta rakı-balık

*
*
Eğer siz de benim gibi Hürriyet'i terk etmiş olsanız bile cuma günü verilen ilk10 listelerini gizli kapaklı takip etmeye devam ediyorsanız mutlaka Cunda'daki Bay Nihat'a rastlamışsınızdır. Buraya ilk defa geçen sene gitmiştik, hem de günü birlik Ayvalık gezisine sığdırmıştık. Bu seferki Cunda tatilinde elbette ki ziyaret edilecekti. Bütün kış buradaki mezeleri andık desem yeridir..




Eğer haftasonu gidecekseniz rezervasyonsuz gitmek pek de iyi fikir değil. Biz haftaiçi gittik, 6buçuk civarı 9 için yer ayarladık, tam da deniz kıyısı değildi masamız, "illa ki de deniz kıyısı isterim, zaten 3-5 gün deniz görüyorum banane" derseniz siz daha erken yaptırıverin..



*
*
Normalde balık lokantası raconu olan meze tabağının masanıza teşrifi yerine, Bay Nihat'ta siz içeri teşrif edip, masaya taşınamayacak kadar çok miktardaki mezeleri ziyaret ediyorsunuz. Zilyonlarca meze var, seçmek zor. Ne seçtiğiniz çok da önemli değil aslında, ne yediysek harikaydı. Sadece buraya kadar gelmişken buraya özgü "akivadis"i denemeden dönmeyin. Şaraplı bir sosla sunulan akivadis bir çeşit midye. Salatanın arkasında kalan tabaktaki..




*
*
Deniz börülcesi, kabak çiçeği dolması, fava, olmazsa olmaz beyaz peynir, yoğurtlu patlıcan, ve Ayşe'nin rakı-balıktaki vazgeçilmezi ahtapot salatası.



Balık olarak levrek buğulama yedik, sadece tadımlık, herkese çeyrek porsiyon. Zaten daha çoğu benim için mümkün değildi..




Balık restoranlarında kepekli ekmeğe karşıyım. Yani ben zaten kendi beslenme rutinimde kepekli ekmeği asla kullanmıyorum ama o yoğurtlu patlıcanı, o güzelim favayı kepekli ekmeğe sürerek nazik tabirle ziyan etmeyiniz lütfen. Kalorifik kaygılarınızı bir tarafa bırakınız. Hiçbir şeyin tadı çıkmaz diğer türlü. Çıtır çıtır beyaz ekmeği Cunda'nın harika zeytinyağına bulayın. Cenneteki hurilerin de bu tip şeyler servis edeceğinden gerçekten şüpheliyim. Dünya nimetlerinden faydalanalım lütfen. Bu arada cennetten söz açılmışken Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığını kutlayarak, kadehimi kendisinin şerefine kaldırıyorum. Bana burada afiyet oldu, kimbilir kendisine orada neler afiyet olacak. Cumhurbaşkanınızın dokunulmazlığı olacak pırıl pırıl, siz de bana dokunmayın bir zahmet, tamam mı?

Ve tatlılarrrr.. Buranın peynir tatlısı pek şahane. Bilen biliyor artık, benim tatlıyla pek iyi değil aram ama hepsinden bir kaşık tadıyorum elbette.. Zaten arkanızı dönseniz kaybolur hepsi ortadan, süper lezzetliler!
*
*
Ayşe'nin ziyaret ettiği balık lokantaları arasında Kalbur ve Bay Nihat yarışıyorlar birincilik için. Burası bu kadar çok yıldıza sahip yani benim gözümde!

Kapanış geleneksel olarak türk kahvesiyle yapıldı. Bir Cunda tatili daha burada sona erdi.. Aklım hep burada kalıyor, anca ne olsa aklım burada kalmaz biliyor musun? Çeşme'ye gidiyor olsam, Alaçatı'da yürüsem. Hadi o zaman Alaçatı'ya gidelim.. Yaz bitmeden, işe başlamadan.

26 Ağustos 2007

Cuuuunda!

Süüüüper bir yer bu Cunda. Şimdiden özledim. Ali Bey adası da deniyor buraya. Ayvalık'a mini mini bir köprüyle bağlı. Köprü de Türkiye'nin ilk boğaz köprüsüymüş. Aynı İstanbul boğazına benziyor tahmin edersiniz ki, sadece bir maket boyutunda. Assos'tan sonra bize buranın ilaç gibi geleceği belliydi. Zaten geçen sene de çoook sevmiştim ben burayı. (Vay be 1 sene geçmiş) Benim yüzümden azıcık problemli geçen bir yolculuktan sonra Cunda'ya ulaştık, ana yolda turladık, ara sokaklarda yürüdük, Taş Kahve'de kahvelerimizi içtik, aç olanlar Ayvalık'ta ne atıştırılırsa ondan yedi: Ayvalık tostu!




Akşam yemeği için cümbür cemaat Hüseyin'lerin evine davetliyiz. Anlattık anlattık dinletemedik. Yazık kadına, nası hazırlıycak bu kadar insana yemek? Boşver dışarıda yiyelim.. Bir sonuca varamadık elbette, akşam tıpış tıpış gittik Hüseyinler'in Ayvalık manzaralı balkonuna. Annesi ve babası çok tatlı insanlar, sofra da harikaydı, çupralar inanılmaz lezzetliydi, rakımızı içtik, sohbet ettik, başka bir şey yapacak hal kalmadı, grupta ruhu daha genç olup da geceye "tisko"da devam etmek isteyenler oldu, oradan vazgeçtik; "DeliKedi" isimli gündüz görüp de beğendiğimiz yere son bir cila için gittik. Ben cilalama işlemini türk kahvesiyle yaptım. Gerçi eskiden beridir rakının üzerine bira içilmesini kafam almaz. Rakıdan sonra içilen orta şekerli bir türk kahvesinin yerini ise hiçbir şey tutamaz!



Ertesi gün Sarımsaklı'da plajda geçti. Yanımda bir tek Murathan Mungan'ın Kullanılmış Biletler'ini getirdiğime pişman oldum. Keşke daha çok severek okuduğum bir kitabım olsaydı yanımda. Kullanılmış Biletler'den sıkıldıkça Küçük Oteller Rehberi'ni "okudum". Bunu tüm tatil boyunca yaptım. Türkiye'de o kadar çok harika küçük otel var ki, keşke zaman olsa, imkan olsa da tek tek o güzel yerleri gezerken o şirin otellerde kalsam.. Mesela.. Tatildeyken bile başka yerlere gitmeyi istemek, bunların hangi fırsatta yapılabileceğini hesaplamak, tatminsizliği mi yoksa hayata karşı heyecanı mı işaret eder? Kahvaltıdayken öğle yemeğini, öğle yemeğindeyken akşam yemeğini düşünen bir insanım en nihayetinde. Buna da çok şaşmamak gerek.







Bikininin iplerine kuşlar mı konaaar?




Plaj dönüşü Cunda'nın eciş bücüş sokaklarında yürüyüşe çıktık. Çilekli, beyaz plaj çantam çok çabuk kirleniyor, yapacak bir şey yok. Tatilde çamaşır yıkayacak değilim heralde. Bisürü fotoğraf çektim. Eski taş evlere bayıldım yine. Acaba eskiden bu evlerden birinde mi yaşadım ben? Neden bu kadar seviyorum bu evleri? Kedi cenneti Cunda. Her yerde kediler var. Önünden geçerken de Bay Nihat'a yaptırdık rezervasyonumuzu. Geçen sene gidip de çooook sevip, bütün sene tekrar gelmeyi düşündüğüm yer. Onu bu posta sıkıştırmak haksızlık olur..

24 Ağustos 2007

assos ve küçük oteller rehberinin faydaları




Dün itibariyle bu yaz boyunca Çandarlı'ya yüzbininci geri dönüşümü yaptım. Assos, Cunda ve Çeşme'yi kapsayan Ege turumuz bitti. Çok güzeldi. Hep hatırlanacak bir yaz olacak bu benim için. Zaten 2 aydır tatilde olduğum göz önünde bulundurulursa hatırlamam iyi olur, bir daha tatilin bu kadarını rüyamda bile göremem. 5 yıl boyunca çalışmaktan mızırdanmama konusunda kendime telkinde bulunuyorum. Eylül sonu görün siz beni. Mızırdak bir bloga dönüşebilir burası, baştan uyarıyorum herkesi..



Tatil için bir executive summary yapmam gerekirse ilk söyleyeceğim şu olur: Assos'ta 1 günden daha uzun kalmayı düşünmeyin! Assos tatilimiz komik ve kısa oldu. Aslında 4 gün kadar kalmayı planlıyorduk ama varır varmaz Assos'un sahilinde yaptığımız 5 dakikalık boydan boya yürüyüş (katiyen abartmıyorum) sonunda "Nası yani? Hepsi bu mudur?" diye birbirimize şapşal şapşal baktık. Bizim miniminnacık diye düşündüğümüz Çandarlı, Assos'tan 10 kat daha büyük ve renkli. Sen huzur tatilinden ne anlarsın filan da demeyin rica ederim, huzurun bu kadarı Bezgin Bekir'e dahi çok gelir. Assos'un yolu da ayrı bir konu. Sit alanı olması sebebiyle yollar yapılamıyormuş. Bu nasıl mantık zaten anlayamadım ben. Yolun oldukça uzun bir kısmını ancak tek arabanın geçebileceği genişlikte bir yoldan, sağda deniz tamam ama denizden önce uçurum manzaralı olarak tamamlamaya çalışıyorsunuz. Karşıdan lütfen araba gelmesin diyerek tabi. Yol çok stresli. Çok nazik yapılı bir dişi de değilim, öyle her yoldan korkmam ama burayı Türkiye Karayolları Haritasında kesinlikle "acil olmadıkça kullanılmayacak yol" olarak sınıflandırmalılar eğer böyle bir kategori varsa.. Sevgili HMF'in önerdiği ve bana telefonlarını bile ulaştırdığı Balıkçı Yahya'yı, bu yolu bir de içkili olarak tekrar geçmeyi göze almam mümkün olamayacağı için -ki arabayı kullanan da ben değilim- pas geçmek zorunda kaldık. Gerçekten çok istemiştim görmeyi ama mümkün değildi..


Özünde Assos şirin bir yer, denizi pırıl pırıl ama gerçekten de yapacak bir şey yok. Acaba atlamış olabilir miyiz diye düşünüyorum ama zaten uçtan uca yürümesi 5 dakika olan yeri yüz kere tavaf ettikten sonra sanırım gözden kaçırmış olmamız mümkün değil. Derim ki yolunuzun üzerindeyse 1 gece kalmak için uğrayabilirsiniz, lezzetli balık yiyebilirsiniz, günbatımını seyredebilirsiniz, denize girebilirsiniz ama bir süre sonra nur topu gibi bir klostrofobi geliştirebilirsiniz. Assos'u sevenler şimdi bana kızıyorlardır ama gerçekten bende uyandırdığı duygular bunlar oldu. Birçok İtalyan turist vardı, burayı nasıl duymuşlar da gelmişler diye çok merak ettim. Dodo beni onlarla konuşturmak için girişimlerde bulundu ama ben çok yabani biriymişim, hiç kimseyle konuşamadım.



Akşam yemeği için mini mini kumsalda kendimize güzel bir yer bulmaya çalışırken, dizilmiş 5-6 restorandan birinde karar kıldık. Orada bizimle ilgilenen garson hakkında bir kitap bile yazılabilir diye düşünüyorum. Masada yerimizi almamızla beraber gelişen diyaloglar:



g: Merhaba hoşgeldiniz.

b: Hoşbulduk, meze olarak ne alabiliriz?

g: Semizotu, patlıcan.

b: Bu kadar mı?

g: evet.

b: Burası balık lokantası mı?

g: evet çeşitlerimiz çok boldur.

b: şeyy, ahtapotu ünlüymüş buranın, ahtapot salatası var mı?

g: ben bi yana sordurayım

b: fava gibi bişeyler?

g: hah, ondan olabilir ona da bakıyım.

b: (şaşkınlaşarak)peki..



Aramızda "noluyo lan nereye düştük" gibi konuşmalar geçerken garsonumuz tekrar masaya gelir ve..



g: E abim siz otel müşterisiymişsiniz, neden söylemiyorsunuz? (ellerini birbirine çarparah "tüh!" hareketi yaparak!)

b: Ama biz yan otelde kalıyoruz.

g: Burası sizin otelin restoranı, ben anahtarınızdan anladım. (otelle arada baya bi mesafe olduğunu da belirteyim)

b: Aaa öyle mi, e peki..

g: sizin kendi menünüz var.

b: hı?

g: akşam yemeği menüsü.

b: neler var peki o zaman menüde? (artık burada gülmeye başladık)

g: semizotu, patlıcan. sonra da balık. (anlaşılmış oluyor iki çeşit mezenin olayı)

b: tamam peki de bi fava filan ayarlarsan süper olur. rakı olarak ne var?

g: yeni rakı.

b: başka?

g: bakıyım. yeni rakı.

b: tamam.

Neden oturmaya devam ettik, nasıl basiretimiz bağlandı da bu komedi filminin içinde kalıverdik bilmiyorum.


Limon suyu istedik. limon suyu yok; sıkılmış limon getirsem olur mu, olur tabi farketmez, 2 dakika sonra, alın ben size limon getirdim, limon sıkacağı bozulmuş. Bozulmuş mu, nasıl bozulabilir o primitiv alet? :) Sıkarız tabi ne olacak zaten de bu konuşmalar gecemizi çok ilginç hale getirdi haliyle.



İstediğimiz kalamar yerine gelen paçanga böreği de finalimizi süsledi.. Ama favayı getirdi valla, hakkını yemeyelim.. Diyalogların benzerlerinin tüm gece yaşandığını söyleyebilirim, nedense o zaman çok gülmüştük, galiba sadece o an komikti.



Ertesi gün, bizim bugün buradan kesinlikle kaçmamız lazım fikrine, benim kurtarıcı kitabım Nişanyanların "küçük oteller rehberi", ısmarlamayı becerdiğimiz kalamar ve soğuk efesler eşlik etti. Cunda'ya doğru yola çıktık. Küçükkuyu filan vardı buralarda, neyse artık dosdoğru Cunda. Hem çok severiz biz Cunda'yı.
*
*
p.s: Bir mim olayı başlamış, bana da tanrıça artemis'ten ulaştı, şu gezi serisi bittikten sonra yazmaya çalışacağım.

15 Ağustos 2007

mutlu haber!

Geleneksel rakı-balık gecemizin ertesi günü anca 1buçukta uyanınca telefonumda 6 cevapsız arama ve 2 mesaj gördüm. Cevapsız aramalardan biri oradandı. Hatta mesaj bile atmışlardı, maillerimi kontrol etmemi söylüyorlardı. Dün, o çok ısındığım, ilk defa girmeyi içten dilediğim şirketten beni kabul ettiklerine dair bir e-mail aldım. 14 ağustos 2007 gayri resmi olarak, 3 eylül 2007 ise resmi olarak işe başlama tarihim olacak. 1 sene beklediğime sanırım değdi. Bu kadar mutlu başlayacağımı tahmin etmiyordum. 10 dakika kadar yerimde zıpladım. Maşallah maşallah diyorum kendi kendime! :) Artık ben de çalışan bir bağyan olacağım. Umarım güzel olur her şey, iş yerime hep mutlu giderim ve beğendiğim ayakkabıları satın alacak kadar para biriktirebilirim..

*
3 Eylül'de işe başlamak ayrıca bonus oldu, böylece 17sinde çıkacağım Assos-Cunda ve kimbilir daha nere tatilini iptal etmek zorunda kalmadım. Yuppiii! Sevgili yaz sıcağında çalışmaktan bunalmış arkadaşlarım ekrana husumetle bakmasınlar, artık daha bir iç rahatlığıyla söylüyorum ki; seneye ben de aynı durumda olacağım.


Kendimi katiyen çalışacak gibi hissetmemekle beraber, Ankara'ya döner dönmez kafama dank diye inecek bu gerçeğin, benim tercih edebileceğim gerçekler içinde en çok aklıma yatan olması beni teseli ediyor. Serbest kıyafet mi yoksa takım elbise mi gerekli olduğunu henüz bilmediğim için kendimi kafamda resmedemiyorum da. Neyse ben su son doya doya tatil günlerimin keyfini çıkarayım zaten.


Yeme-içme-gezme konulu hayatımın ve dolayısıyla postlarımın iş hayatıyla birlikte sonlanmaması için maksimum gayret göstermeyi planlıyorum.


2 gün sonra Assos'a gidiyorum, fikir verenlerin hepsine teşekkür ederim, her şeyi not aldım, mümkün olduğunca çok şey sığdırmaya çalışacağım. Görüşürüz.

13 Ağustos 2007

gıcık post

Çok konuşan insanlardan haz etmiyorum. Ulan kendine baksana sen demeyin. Ben normal hayatta burada yazdığım kadar konuşmuyorum. Sanırım. En yakınlarımla konuşabilirim susmadan saatlerce. Bahsettiğim o değil. Çok yakın olmadıklarıyla da lüzümsuz fazla konuşanlar. Babam, "boş şeyler çok ses çıkarır" der. Tam bu hesap işte. Dandirik, 3 kelimelik bir cümleyi uzata uzata anlatıp duranlar vardır hani. Hadi be yeter dersiniz içinizden. Hele bir de bunu yüksek sesle yapıyorsa, ben yaydan fırlayacak oy gerginliğine erişirim. Belki de gereksizce bellediğim bir nezaket kuralı yüzünden kimseye "sesini biraz alçalt" ya da "biraz az konuşman mümkün mü?" diyemem. Bu ikincisi galiba zaten denmemeli, bilmiyorum. Biri bişey söylese de konu değişse, lafı başka biri devralsa ya da ben konuya biryerlerden girsem diye çaresiz ve karşımdakini dinlemediğim en eşek insan tarafından bile rahatça anlaşılabilecek şekilde düşüncelere dalarım. Arada bir başımı sallarım periyodik olarak yüzümdeki makyaj gülümseme ile.
*
Konuşmasını yave yave uzatan ve her cümlenin sonuna "yaniii" koymadan konuşamayan kız güruhundan ise hiç bahsetmiyorum. İnsanları kategorize etmek yanlış mıdır? Zerre umrumda değil. Bu kızlardan biri elimde kalabilir. Bu kızları "salak" insan kategorisine almakta hiçbir beis görmüyorum. Benim kategorim, istediğimi yaparım. 12 yaşından sonra eline aldığın tek kitap "Secret" olursa tabi ki böyle konuşursun. En son okuduğun kitap olarak da "Secret" cevabını vermekten gocunmazsın. Şuraya yazıyorum, şu Secret'ın yazarı ikinci bir kitap çıkaracak. Hanım kızlarımız da "Evrenin size zengin bir koca göndermesiniz nasıl sağlarsınız?" bölümünü merakla bekleyecekler.
*
Maksimum karın ağrısı eşliğinde yazılmış bu posta burada son verirken, card finans, worldcard, mango, dkny, vakkorama, ve hiç gitmediğim ankara-istanbul mekanlarına, beni ve telefonumu rahat bırakmaları için en içten küfürlerimi gönderiyorum. Tatildeyim kardeşim, banane indiriminizden. Siz de en az çok konuşanlar kadar sinir bozucusunuz.

*
Huzur içinde tatil yaparken bu yazı nasıl çıktı ortaya ben de anlayamadım. Kahrolsun karın ağrısıyla uyanılan sabahlar!

9 Ağustos 2007

ışıklı kabağın altında

Ben galiba buraya çok alıştım. Çandarlı'ya yani. İnsanın belki de orta yaş civarındayken düşünmesi alışılageldik "sessiz sakin sahil kasabasında yaşama fikri" bana her zamankinden yakın geliyor. Ve tabii ki de uzak bir yandan.. Buradaki domatesler kendi başlarına yemek gibi yenebiliyor. Mis gibi kokan kıpkırmızı domatesler var ve sudan ucuzlar. Her taraftan taze otlar fışkırıyor ve salatamızı mini mini bahçemizden kopardığımız roka ve nanelerle hazırlıyoruz. Pazarda tuğla büyüklüğünde kalıp beyaz peynirler neredeyse kutu kola fiyatına.
Karşımda deniz var, hiçbir zaman bunaltıcı sıcak yok. Burada yaz-kış yaşayanlar çoğalıyor. Henüz annem ve babam bile senenin 6 ayını burada geçirme fikrini hayata geçirememişken benim bu rüyalara dalmam çok mantıksız biliyorum.


Zaten sen şehir kızısın diyorum kendime. Nasıl gidersin her hafta sinemaya, nasıl çıkarsın yemeklere değişik restoranlarda? Kızlarla buluşup da gülemezsin eskisi gibi. Belki eskisi kadar çok kitaba, dergiye de ulaşamazsın. Cafe açacaksın ya ilerde, gelişmeleri nasıl takip edeceksin? Peki ya New York hayalleri ne olacak? Puff.. Evet şehir kızıyım kabul ediyorum. Aklımın ve kalbimin de bir kısmını burada bırakıyorum o ayrı. Ne tam öyle ne tam böyle. Bunda da sivri köşelerim olmayıversin.



Şimdi burada 20 yıllık arkadaşlarımla tatil yapıyoruz. Hergün program aynı. Kahvaltı, kahvaltı sonrası anneyle türk kahvesi, balkonda gazete, sonra deniz. Biraz denizde oyalanıp kitap okuduktan sonra o günkü keyfimize göre americano, king veya tavla maratonu. Eve gel, duş al, akşam yemeği. Gazinoda tekrar arkadaşlarla buluşma. Çandarlı'ya inme, orada Sarah's ta oturup 2-3'e kadar sohbet etme. Eve gel, Maxi'yi sustur, kapıyı kitle, kitap oku. Uyu. Hayat güzel. Rutin ama ben yerim böyle rutinliği. Bundan güzel şey mi olur? Gazinocunun oğlu Osman bana Salem Light bile getiriyor. Ekmek elden su gölden. Her gün kağıt oynarken yanında pide yiyorum. Geleli 4-5 gün oldu ben nerdeyse 2 kilo almışım. Mutlu ve şişman bir balonum ben. Bu eve hiç yakışmayan dijital tartıyla uzaktan bakışıyoruz. Öğlenleri pide yemeyi bırakınca tartıya tekrar çıkmayı kabul edeceğim.




Bir gün Ankara'ya geri döneceksin, susuzluktan kırılacaksın ana temalı bir comment almak istemiyorum. Çünkü buradayım ben. Daha buradayım.




Bu sabah Başak'la evde ortası delik lokma hayalleri kurarken, komşulardan biri aşağıda deniz kıyısında birinin lokma döktürdüğünü söyledi. Burası cennet değilse neresi söyleyebilir misiniz? Bütün site gidip kaselerce tatlı ve tuzlu lokma (tuzlu lokma mı? pişi gibi işte) doldurduk. Kocaman kazanda pişiriyorlardı. Öylesine yaptırmış biri. Tüm siteye dağıtıyordu. Herkez gitmiş tencerelerine kaselerine dolduruyordu. Film karesi gibiydi. Eve gelip her biri birer ufak çörek büyüklüğündeki lokmaların tuzlu olanından 3, tatlı olanından 2 tane yedim. Hala midem bulanıyor. Ama çok güzeldi. Ayarım yok benim, sorun bu.


Assos'u bilir misiniz? Biliyorsanız bana da anlatabilir misiniz? 4 gün için Assos'a kaçmak gibi bir plan var. Assos'da ne yapılır, ne edilir, civarında nereye gidilir, hangi restoran iyidir, nerede yüzülür, 4 gün Assos'a çok mudur falan filan. Her türlü bilgiye açığım.



Sizi bu sabah kendi çektiğim "küçük kaplumbağanın azmi" konulu videoyla başbaşa bırakıyorum. Belki siz de benim kadar eğlenirsiniz!



7 Ağustos 2007

Limon-um-trak



Limon sırf bu Bodrum tatilinin değil, bu senenin en güzel keşiflerinden biri oldu. Önceden çok defalar duymuştum, daha önce bahsettiğim tatile çıkmadan önce yaptığım deriiiiin araştırmalar sayesinde de, bu seneki tatilin atlanılmayacak duraklarından biri olarak belirlendi. Rezervasyonumuzu yaptırıp gittik.


Limon'un asıl olayı gün batımını seyretmek.. Bu yüzden, gitmeye niyetlenirseniz saati buna göre ayarlamalısınız. Rezervasyonu 7buçuk civarına yaptırmak en mantıklısı. Eğer Gümüşlük yollarına aşina değilseniz, burayı bulmak için biraz daha erken çıksanız iyi olabilir.

Asıl niyetimiz güneşi batırmak üzere buraya uğrayıp bir şeyler atıştırıp, oradan Gümüşlük'teki sıra sıra balıkçılardan birinden rakı-balıkla devam etmekti. Limon'a varınca bu planımız rayından çıktı ama iyi ki çıktı. Daha kapıdan girer girmez meze tabağını gördük ve kararımızı verdik. Kabakçiçeği gördüğümüz her yerde biraz yiyoruz zaten. Burada da alıştığımız kabak çiçeği dolması haricinde bir de kabakşahane denen kızartma versiyonunu denedik. Kabakçiçeğinden yapılan her şey güzel ben bunu anladım! Şekil1a!da görülen karışık meze tabağı yerine tercih ettiğiniz mezelerden de ısmarlayabiliyorsunuz. Mercimek köftesi, fava ve yoğurtlu yarma bana göre meze tabağının favorileriydi. Kabakçiçeğinden yapılmalar zaten yarışmaya katılmıyorlar, onlar hep kalbimizin birincisi.

Gümüşlük'ün tepelerinden gün batımını seyrederken bir yandan da kulağımıza sakin melodiler çalınıyor. Klasik müzik ya da bazen uzun zamandır duymadığım italyanca parçalar.. Burada takıldık kaldık anlayacağınız, sahildeki rakı-balık planını boşverdik. Meze tabağı bize bol bol yetti. Hatta ben gecenin finali için uzun zamandır merak ettiğim Apple Martini'den denedim. Benim biancomun yerini tutmadı ama yeni şeyler denemek güzel. Denemezsek sevip sevmeyeceğimizi bilemeyiz di mi? O yüzden korkup devamlı aynı şeyleri değil de uzaktan bize göz kırpan tatları da denemeliyiz. Sevmezsek bir daha denemeyiz.

Postumuzun didaktik kısmını geçtikten sonra (aman tanrım mesaj kaygısı taşıyan postlar mı yazıyordum yoksa?) Limon'a 2.gidişimde denediklerimle devam edeyim. Limon'da deneyecek çok şey var. Her şeyi merak ediyorum. İlk seferinde tıka basa doyduğum için bu sefer daha akıllı davranıp, az ve daha çok şey denemek istiyorum. Zaten ilk seferden daha kalabalık olduğumuzdan bu en güzel yol gibi görünüyor. Geçen sefer denemeye yerimizin kalmadığı limon böreği ve meşhuuur yaprak sarmayı bu defa denedim. Limon böreği gerçekten çok ilginç. Peynir ve yumurtadan yapılıyor, yumurta yemeyen bri olarak benim bile içimi baymadı, çok hafif. Yaprak sarma ise tek kelimeyle muhteşemdi. Bakır kaplarda sunuyorlar, sıcacık. Yanında yoğurt da geliyor. Zaten hep söylüyorum bu yaprak sarma salt Türk mutfağının değil, tüm dünya mutfaklarının en lezzetli yemeklerinden biri.

Tamam tamam yemekler bitsin artık; peki ne içelim derseniz oldukça geniş içki ve şarap menülerinden kendi zevkinize uygun bir şeyler bulamamanız imkansız. Ben öyle daha güneş batmadan içki içemem diyorsanız da size ev yapımı limonatalarını tavsiye ederim. Bir de gelincik şerbetli kokteyl vardı. O da beğenildi bazı şahsiyetler tarafından!, zaten daha önce kendileri Alaçatı'da da kekre içmişlerdi, benim zevkime pek uymadı ama rengi çok güzel o ayrı..


Limon çok özenli bir mekan. Tüm salaşlığına rağmen, yemeklerin sunumundan lezzetine, müziklerden küçük dekorasyon detaylarına çok ilgilenilmiş bir mekanda olduğunuzu hissediyorsunuz. Bodrum'da daha önce benzerini görmemiştim. Hatta herhangi başka bir yerde de. Yolunuz düşerse aklınızda bulunsun. Ayşe bi saat susmadan anlatmıştı dersiniz. Bir de kendi sitelerine bakayım derseniz işte burda. Giderken fotoğraf makinenizi ve güneş gözlüklerinizi unutmayın. Bir de rezervasyon yaptırmayı tabi.

Hadi görüşürüz. Hoççakalınnn.

5 Ağustos 2007

Bodrum notları

Ben geldiiiiiiiiim!
*
*
1. Daha önce gitmediğim Bardakçı Koyu'nun denizini ve yerini, Turgutreis'in sakinliğini ve esintisini sevdim.




2. Gece bangırtılı yerlere tahammülüm kalmadığı tescillendi. Körfez'de (ki çooook severim) 1-2 saat kadar durabildim, sonrasında Cafe del Mar'da ayaklarımı uzatarak minderlere yayılmak her zamankinden cazip geldi. Yaş 25, iş bitmiş! :)



3. En güzel eğlence, akşama doğru denizden gelip, evde geceyarılarına kadar sohbet etmek ve hangi şarabın daha iyi olduğunu düşünmek.





4. En güzel akşam yemeğini Ortakent'teki Gebora'da yedik. Kumların üzerinde masalar, deniz dibinizde, yemekler çok iyi. Sadece ufak bir masa lambası aydınlatıyor, tepenizde bir tente bile yok.



5. Limon'u öyle çok sevdim ki 2 kere orada geçirdim akşamı. Gümüşlük'ün tepelerine tırmanmaya değiyor. Kişi sayınıza göre bir karışık meze tabağı söylüyorsunuz. Ortaya da yaprak sarma, limon böreği, peynir tabağı istiyorsunuz. Güneşe çevrilmiş masalarda gün batımını izleyip, mutlu oluyorsunuz. Bu konuyu ayrıca yazmalıyım.





6. Gümüşlük çıkışı Bodrum'a doğru giderken sağdaki kabakçıyı kaçırmıyoruz. Zaten kaçırmak mümkün olmuyor. Işıl ışıl parlayan kabak-lambaların önünde şaşkınca bakınıp sonunda birini seçiyoruz.




7. Götürdüğümüz topuklu ayakkabıyı hiç dokunmadan geri getirdim. Hatta kirpik kıvırma aletimi de toplam 2 kere kullandım.
*
*
**

*



8. Her yer "beach" olmuş. Neden plaj değil de "beach" olarak adlandırıldığını anlamadığımız bu mekanlar çok gürültülü, kalabalık ve 15 yaşındakilerle dolu. Bir tek Bitez'deki Sarnıç Cafe denize girmek için çok güzel. Yemekleri de çok güzel hem.
*
*


9. Çilekli plaj çantam beyaz olduğu için çok fazla kirleniyor. Beyaz plaj çantası iyi fikir değil.
*
*


10. Peydahlanan garip korkularımı Bodrum sınırlarına gömdüm, geldim.