30 Ocak 2008

kimsin?

Oldukça garip bir gün bugün. Dün olanlardan bahsetmek istemiyorum. Büyük bir sürpriz değil zaten. Bütün gün okuya okuya ruhum daralıyor, bir de burada konuşmak istemiyorum. Kafamdaki tek soru türbanla üniversiteye giren kızların okul bittikten sonra na halt edeceği. Bir örnek vermek gerekirse: Türbanıyla okula giren bir kız, okul bittikten sonra master yaparak bir yandan da araştırma görevlisi olursa ne olacak? Kamu hizmeti veriyor mu olacak, alıyor mu olacak? İkisini birden yürütenler için bir düzenleme olacak mı? Ancak bu kadar önünü görmeden, hukuktan bihaberce oynanabilir kanunlar üzerinde herhalde. Belki de görüyorlardır önlerini, biz mi görmemek için gayret ediyoruz bilmiyorum. Başını açmak için ailesine karşı tek açıklaması okulun gerekliliği olan kızlar artık ailesine bir şey diyemeyecek. Dün Güngör Mengi'ye mektup yazan bir kız vardı. Okumalısınız. Seyretmediyseniz Persepolis'i seyretmelisiniz. İnsan ülkesiyle ilgili umudunu kaybedince başka bir şeylerle oyalanamıyor.

*
Dedim ya bugün garip bir gün. Sabahları kahvaltı ederken televizyonu açıyorum ses olsun diye. Kendime henüz o kahvaltı ettiğim 10 dakika boyunca seyredecek bir program bulamadım; dolaşıp duruyorum kanallar arasında çoğunlukla. Eskiden Metin Uca vardı. Ne de güzel bir programdı o. Haka dansı gönderiyordu hani herkese. Şimdi çoğunlukla "Kahvaltı Haberleri" adı altındaki programlar var. Bir de bu sabah rastladığım üzere Dobra Dobra diye bir program. Sabahın 8inde magazin programı var televizyonda. Hem de canlı. Bu insanlar kafayı yemiş. Kim Demet Akalın'ın kocasıyla 85. barışmasına tahammül edebilir ki sabah 8'de? Uzunca bir süredir "Atları da Vururlar" oynuyor Türkiye'de. Vizyondan kalkacağa da benzemiyor. Uyuşturucu zerk edildi artık damarlara. Daha çoğunu istiyoruz. Neyse işte, bu Dobra Dobra isimli programı android Şenay Düdek ve Cenk Eren sunuyorlar. Tamam bu insanlar magazin insanı anladık. Gariplik buradan sonra başlıyor. Şenay Düdek ve Cenk Eren üniversitelerde ve kamuya açık alanlarda türban yasağı hakkında konuşuyorlar. Bu gariplik No.1. Konukları Mustafa Sarıgül (gariplik No.2) ve türbana karşı bir kadın daha. Kadını tanımıyorum. Kırmızı renkli gölgeler vardı kafasında. Ben de zaman zaman siyaset hakkında aklımdan geçenleri yazdığımda, "böğğğk sen ayakkabı yazsana, yemek yazsana" diye çemkirenlere çok gülmüştüm ama sefer durum farklı. Bu onların işi. Cenk Eren şarkıcı, Şenay Düdek de magazinci. Mustafa Sarıgül'ün orada ne işi var, neden böyle trajikomik bir görüntü oluşturuyor? Ev hanımları bilinçlenmek istese zaten sabahın 8inde Dobra Dobra'yı seyretmez, gazete okurlar. Cenk Eren sürekli "E noolur yani türbanla girse bu kızlar üniversiteye, bu demokrasinin gereği değil miiiiiiii" dedikçe de gözlerim gitgide daha kocaman oldu. Çok demokratik-sağduyulu-empatisi tavana vurmuş Cenk Eren, elindeki kağıttaki yazıları okurken sahne tecrübesinden olsa gerek pek bir duyguluydu. Şenay Düdek ise asla ve asla başını kapatmayacağını muştularken, Umre'ye gittiğini ve dini vecibeleri eksiksiz olarak yerine getirdiğini ve dolayısıyla dini bütüüüüün olduğunu söylemekten geri durmadı. Kimseyi kaybetmeye tahammülümüz yok şu hayatta. Herkes beni sevsin. Gelsin ratingler. Çok garipti çok.
*

Daha sonra arabaya bindim işe gelmek için. Yeni cdler çekmek gerek. Yüz yıldır aynı cdleri dinliyorum. Modern Sabahlar reklama girdi, ben dolaşmaya başladım frekanslar arasında. Birazdan Mustafa Balbay'a bağlanacağını söyleyen sunucunun kanalında durdum. Çok severim Musfafa Balbay'ı. Çok anlaşılır bulurum, keşke biraz daha ön planda olsa. Balbay bağlandı, konuşmaya başladılar. Çok ağır olmayan bir şekilde gündemi konuştular. Ve sonra olan oldu. Frekansın Radyo Tatlıses'e ait olduğunu fark ettim. Bildiğiniz Tatlıses, evet İbrahim. Mustafa Balbay-Radyo Tatlıses. ???. Şu dünyada en çok nefret ettiğim insanlar sırlamasında zirveyi RTE'ye kaptırmayacak olsa da, Tatlıses'e RTE'nin piyasaya çıkmasından çok öncesinden filizlenmiş bir düşmanlığım var. Ne sesine tahammülüm var, ne de suratını görmeye. Tatlıses'i seven kadınları da yörüngemde istemiyorum. Bacağındankadınvurduran-aciz-duygu insanı. Neyse işte bir şekilde bu adamın frekansından Mustafa Balbay çıkıp konuştu, ben kulaklarıma inanamadım. Neler oluyor sayın seyirciler neler oluyor ya? Ne zaman her şey içiçe geçti?
*
*
Bugün garip bir gün. Kafam karışık. Saçlarım ise pırıl pırıl belime kadar. Saçlarımı seviyorum.

28 Ocak 2008

Buz gibi havaya spoiler içeren film yazısı

Şöyle büyük bir şansım var. Nevra'nın (şekil1a'da otoparkı görünen) evi , işyerime tam 3 dakika mesafede. Ben de artık kar yağınca Nevra'da kalıyorum. Sabah 8:40'ta kalkıp 9'da işte olabiliyorum. Normalden 1 saat daha uzun uyuyabiliyorum.
*
Geçenlerde yine kar yağdı. İşte son 1 saatimizi sokaktaki çarpışan arabaları seyrederek geçirdik. (İşyerimin bulunduğu semt ile Ankara'nın farklı iklim kuşaklarında yer aldığına bahse girebilirim. 3 derecelik fark yaşanabiliyor şehir merkeziyle) Ben de acayip tırsarak direk Nevra'ya gittim.
*
Sırrını çözemediğimiz şekilde bir uyku alıyor beni Nevralarda. Ne zaman gitsem aynı şey. Nevra çok şahane bir makarna yaptı. (Pek kabiliyetli ama hiç çaktırmaz) Şarap içtik. Sonra da bekleye bekleye ömrümüzün tükendiği Lost'a sonunda birkaç gün kalmışken, hafıza tazelemek için son 3 bölümü seyredelim dedik. Harika ev sahibi Nevra, kar kış demeden DVD'ciye uğramış. Hep beni çok sevdiğinden. Yoksa olayın Sawyer ve Jack'le hiç alakası yok.
*
Final bölümünde koltukta uyuyakaldığımı söylesem herhalde anlarsınız Nevralarda nasıl bir uykunun bastırdığını. Sonunu getiremeden uyudum. Galiba olay şundan kaynaklanıyor: Bizim ev devamlı gürültülüdür. Devamlı telefon ve kapı çalar, Mert devamlı bangır bangır elektrogitar çalar, Maksi sürekli havlar, babam da hiç varolmamış türküleri garip sözler uydurarak ve sadece gürültü yapmak için gayret ediyormuşçasına seslendirir. Sabahları evde herkes birbirine benim şunum nerdeeeee, bunumu nereye koydunuuuuz. Mert hadi kaaaaalk şeklinde bağırır. Bir de perdelerimin bembeyaz olduğunu ve günün ilk ışıklarıyla beraber odamın içine nur indiğini söylersem sanırım resimlemenize yardımcı olurum. Deliler evi diyebiliriz kısaca. Sıfır huzur.
*
Nevraların düşük nüfuslu evinin, çıt çıkmayan siyah perdeli odalarından birinde akşama kadar rahat rahat uyuyabilirsiniz. Ben Spa niyetine gidip huzur depoluyorum diyebilirim. Hatta işte abartıp 11'de filan uyuyakalıyorum.
*
Yanımda çantayla gezer oldum. Şu an da ayağımın dibinde kocaman çantam var. Göçebe geçiriyorum bu kışı ben :) Nevra heralde akşam yine sizdeyim. Dün geceden beri durmadı kar. Bu kötü havaların en güzel yanı film izlemeyi maksimum zevkli hale getirmesi. Beni bir sinemaya oturtun, film değişip dursun, Nisan başı gibi alın beni ordan. Size iki adet filmden söz edeceğim.
*
İlki I am Legend. Ayşe bunu neden yaptın, insan neden böyle bir filme gider filan demeyin rica ederim. Bazı zamanlarda böyle şeyler de lazım (insan ilişkilerinin sağlığı için). Buradan itibaren spoiler var, gideceksiniz okumayın isterseniz. Filmin ilk yarısının hakkını yememek gerek. Çoğu efektler yüzünden de olsa oldukça heyecanlandım, ilgiyle izledim. Ne olduysa ikinci yarıda oldu. Hollywood'a tüm kalbimizle gıcık olmamızın sebepleri birer birer kendilerini gösterdiler. Yine bir Amerikalı, yine New York'ta (bir kere de Jakarta'dan kurtarsın biri dünyayı artık) asil soyumuzun devamlılığını sağlıyor. Başından belli değil mi? Belli. Gidiyorsan filme, konuşmayacaksın. Pek tabii ki Hollywood krallığı, dünyayı kurtarma ayrıcalığını tek başına bir siyahi kişiye bahşedecek değildi. Hem de inançsız bir siyahi kişiyeee! Haşa! Will Smith'in canavarların son atağı sırasında gaipten ilahi sesler duymasına müteakip, dünyayı kurtaran förmül beyaz kızımıza devredilmekte ve çok şükür ki Will Smith (dahi askeri doktor) son nefesinde doğru yolu bulmaktadır. O kadar paraları var, manyakça teknolojileri var, yine de şu dogmaları ağaçkakan gibi kafamıza çivileyip duruyorlar ya, deliriyorum. İşte kardeşim bilim kurgu mu, tamam, yaratıklar uçsun, evler patlasın, genler bozulsun, mutantlar koşuştursun. Ama "Evet işte duyuyorum o sesi!"deyip de kurtarmasın dünyayı artık. Elinde tüm insanlığın devamlılığını sağlayacak bir şişe var ve sen sesi dinleyip dünyayı kurtarıyorsun. Yemiyoruz Will amca ve biliyoruz ki sen çarkın minicik bir dişlisisin. Filmdeki köpek çok şirin. Bunun dışında pek güzel bir şey yok. Filmi beğenmedim.
*
*
Filmlerin ikincisi No Country for Old Men. Oskar adayları açıklanmadan önce annemle babam seyredip tavsiye etmişlerdi. 8 dalda Oskar adaylığı açıklanınca ilk seyredilecekler listesine üst sıradan girdi. An itibariyle imdb'nin Top250sinde 30. sırada olduğunu söylemek gerek. Coen kardeşlerle ilgili olarak karışık duygulara sahibim. Bazı filmlerini çok sevip bazırlarından hiç hazzetmem. Seyrettiğimiz filmlerinin içinden seviyor sevmiyor listesi yaparsak: Seviyor: Paris, Je t'aime, The Man Who Wasn't There, The Big Lebowski ve en çok da muhteşem Fargo; Sevmiyor: The Ladykillers, O Brother, Where Art Thou? (tamamını seyretmeye sabredemediğim sayılı filmlerden) ve Intolerable Cruelty'yi sayabiliriz. No Country for Old Men için çok etkileyici olduğunu söyleyerek başlamak isterim, ki bu bazen o filmi çok sevmemize yetmez. Para dolu çanta, çantanın peşindeki iyi adamlar, kötü adamlar, kalpsizlik faktörünün ayırıcı özelliği, Texas ve güneyli aksanı, yol kenarı motelleri anahtar sözcüklerimiz. Javier Bardem'in performansına karşı tapınmaya yaklaşan hisler besliyorum. Bana kalırsa cool'luğa yeni bir tanım getiriyor. Fiziksel özellikleri nedeniyle zaten oldukça korkutucu görünen İspanyol abimiz, fotoğraf çekimlerinde oldukça hoş gözüküp beni şok etti. Mar adentro ve Goya's Ghosts'u seyrettiyseniz karşınızda tamamen farklı bir Javier Bardem görmeye hazırlıklı olmalısınız. Soğukkanlı psikopat rolünün hakkını her bakışıyla, her hareketiyle, "Call it!, Call it!" telaffuzundaki tonlamasıyla, saç kesimiyle (asıl favorim bu oldu) ancak bu kadar olabilirdi dedirterek vermiş. 2 saatlik filmin büyük sorumluluğunu üzerinde taşıdığını söylesem (usata Tommy Lee Jones'a rağmen) sanırım hata etmiş olmam. Kafamda havada kalan bazı yerler oldu. Bunun dışında filmin iyi bir film olduğunu söylemeye tereddüt etmiyorum. En sevdiğim filmler arasında olmayacak ama yiğidi öldürüp hakkını yememek gerek. Sonu da uyduruk kaydırık Hollywood geleneklerini yerle bir ettiği için, filmi sevmek için sebeplerimizin sayısı filme ısınamama sebeplerimizin sayısını rahatça ekarte ediyor. There will be Blood ve Juno'yu seyrettikten sonra en iyi film Oskarı favorim olup olmadığını söyleyeceğim. Atonement ve Michael Clayton'ın bu oskarı alacağını sanmam. Javier Bardem'in en iyi yardımcı erkek ödülünü almasını da tüm kalbimle dilerim.
*
*
Bütün gün evde film izlemek ve kitap okumak istiyorum. Haftasonu İstanbul'a gidiyorum, sadece 1 gece kalacağım ama olsun.

25 Ocak 2008

dandirik post


Günler çok çabuk akıp gidiyor; tek sabit olan şey şu buz gibi kış mevsimi. Hava aynı kararlılıkla dondurucu. Siz Ankara ayazı diye bir şey duydunuz mu? Geçen sene ortalarda küresel ısınma ile ilgili panik ifadeleri vardı bu zamanlar. Bütün kışı spor ayakkabıyla geçirebilmiştik. Bence artık küresel ısınma yok, küresel soğuma var. İnamıyorsanız Ankara'ya gelin. Rica edeceğim ciddiye alıp da, bana gerçekten küresel ısınmanın olduğuna dair önemli kanıtlar sunmayın. İnanmıyorum.
*

Kalın giysilerle hareket edemiyorum ben. Bu hep böyleydi. Çocukken de asla fanila giyemezdim. Boğazlı kazaklarla ve şu tüylü tüylü kalın giysilerle dolaşabilenlere şaşkın şaşkın bakarım. Aslında bakamam bile, bana fenalıklar basar. Karşımdaki biri öyle eskimo gibi giyinmişse ben devamlı kendi üzerimdekileri çekiştirip, bollaştırmaya çalışırım. Elim boğazımda olur mesela sürekli, karşımdaki boğazlı kazaklı kişi gibi boğulma riski altında olmadığımı kantılamaya çalışıyor olurum muhtemelen. Bir işe yaramaz tabi. Psikoloji ilginç bir şey. Özellikle de kolların kaplanması beni rahatsız ediyor. Kısa kollu, geniş yakalı kazaklar benim favorim. Herkes de bana -8 derecelik havada böyle gezdiğim için uzaylı gibi bakıyor ama derdimi anlatamıyorum. Evet üşüyorum ama diğer türlü de hareket edemiyorum.


İşyerinde çok çalıştığım için, istediklerimi yapamıyor olmaya galiba alıştım. Oskar adayı filmlerden o kadar çok eksiğim var ki, hey gidi günler heyy diyorum. Oskarlara kadar bitirmeyi düşünsem de nasıl olacağıyla ilgili bir fikrim yok. No Country for Old Men günlerdir evde seyredilmeyi bekliyor. Juno (ki aday olana kadar bilmiyorudum bile, hey gidi günler hey2) ve There will be Blood indirilip seyredilecek. Belçika için vize almam gerek (bu aralar en çok yeşil pasaportlu kişileri kıskanıyorum), ne zaman ve nasıl sorularının ortaya çıktığı bir diğer durum da bu.
*
Devamlı oraya buraya not aldığımı söyleyip duruyorum ya, telefonuma da alıyormuşum meğer, bunu geçenlerde keşfettim. O notu nasıl yazdığımı hatırlayınca da içim eridi. Odtü'nün bahar şenliklerinde kafam oldukça iyiyken, çimler üzerine sırt üstü yatmış, tepemdeki ağacın yaprakları arasından sızan güneş ışığına gözümü denk getirmece, getirmemece oynarken çok uzaktan bir şarkı duymuştum. Duyabildiğim "there'll be another girl" kısmını not etmişim, aradan çok uzun zaman geçmiş. Geçenlerde rastladım bu nota, buldum şarkıyı. Gerçekten güzel bir şarkı. Blue Cafe-Another Girl. Bana hep o anı hatırlatacak. Şu an orada yatıyor olmak için neler verebilirim, bunun hesabını yapmak istemiyorum ama çok şey verebilirim, onu söyleyebilirim.
*
Dandirik bir postumuz daha burada sona eriyor. Keyfimizin yerine gelmesini takiben, daha güzel postlarda görüşmek dileğiyle. Knut'un resimlerine bakıp gülümsüyoruz o zamana kadar.

21 Ocak 2008

Sevgili günlük,

Cuma akşamı garip bir şey oldu. Meandros'a yemeğe gittik. (Yemekler kötü, servis berbat, müzik güzel- Gitmeyin, ben size daha iyi yerler öneririm) Gecenin sonunda 4 duble rakının üzerine enerjim tavan yaptı. (Başıma pek sık gelen bir şey değil, genelde uykum geliyor artık) Bir önceki gece telefonuma gelen mesajı hatırladım. "Cumartesi akşamı Gossip'te son bilmemkaç yılın en iyi 200 şarkısı." Bu mesajlardan tükendim artık. Her gün bu şekilde telefonuma gelen 5-6 tane mesajı siliyorum. Çoğu adımımı bile atmadığım yerlerden. Gossip'e de hiç gitmemiştim. Zaten o tip bir yerlere gitmeyeli çooook uzun zaman oldu. O tiple kastettiğim şey süslü püslü gidilen, bangır bangır anlamsız müzikler çalan, herkesin ince uzun bardaklarda vodka bilmemne içtiği yerler. Gossip aslında böyle bir yer. 4 duble rakı diyorum sana, Meandros'ta Gossip'in dibi. En güzel 200 şarkı gecesiymiş ya, ne kadar kötü olabilir? 200 şarkı diye bir şeyin de mantık sınırlarında olmadığını, bunun 10 saat gibi bir zaman alacağını babam ertesi gün belirtmese, bu konu benim kafamı hiç kurcalamazdı. Neyse efendim gecenin bir yarısı oldukça alkollüce adım atılan mekanda ben pek çok eğlendim, dans ettim, parçalar da çok iyi seçilmişti. Bir bira da orada içtikten sonra son yılların eve en geç dönüşünü yaptım. Sanırım bu beni 1 yıl idare eder. Cumartesinin tamamını pestil kıvamında geçirdim, akşam 10da gözlerim kapanıyordu neredeyse.
*
Neyse bir de şöyle bir konu var. Herkes alkollüyken yatar bayılır sızar mışıl mışıl uyur, bana tam tersi oluyor. Uyuyamıyorum bir türlü. Gıcık oluyorum. Cuma gecesi de yattım yatağa, başladı kafam gecenin o saati tıkır tıkır çalışmaya. Obsesif kişiliğim yer yer kendini gösterip kapının arkasından ce-eee yapar. Yatağa yatmamla beraber geçen iş haftasında bir raporu yetiştiremediğime kendimi inandırmaya başladım. Yani bu o kadar büyük bir saçmalık ki. Düşünüp duruyorum "Ya raporu teslim etmeden çıktım, şimdi ben ne diycem pazartesi" diye. Sen bir saat yatakta dön dön, sonra üşenme o saatte kalk, git ajandana bak, raporun tarihinin önümüzdeki hafta olduğunu gör. Yine rahat etme bir türlü, yok yok ben kesin yanlış not etmiştim, kesin kaçırdım tarihini diye kendine işkence et. Bu nerden çıktı şimdi ya? Deliriyor olabilir miyim? Kafam yerinde olsa böyle olmazdı herhalde.O yüzden ben delirmedim, sadece bilindiği üzere içki tüm kötülüklerin anası. Uykusuzluğun da. Jöle gibi bir cumartesi geçirdikten sonra mışıl mışıl uyudum.
*
Pazar günü sonunda My Blueberry Nights'a gittim. Özellikle In the Mood for Love ve 2046 (Eros'u dışarıda tutmayı tercih ederim) dolayısıyla aşık olduğumuz Kar Wai Wong'tan bir şey bekleyip de hayal kırıklığına uğramak haddim midir acaba? Çok mu yüksekti beklentim? Film güzeldi ama daha önceki Kar Wai Wong filmlerindeki gibi hissetmedim.
*
-So what happened?



-Life happened!



repliği aklımda kalacak uzun süreler.
*
Soundtrack'inin da alıp yürüdüğünü söylemekte fayda var. Müthiş bir sürpizle çok çok sevdiğim Yumeji's theme ve beş yüz metreden anlaşılan bir Gustavo Santaolalla parçası duymak beni gülümsetti. Norah Jones da sınıfı geçti. Pastalar kekler yapan bir de Jude Law söz konusu. E daha ne istiyorsam ben de?
*
Telaffuz etmeye bile korkuyorum, umarım umarım umarım bir aksaklık çıkmaz. Mart başı Brüksel'e Ayşegül'ün yanına gidiyorum. Nefra da geliyor. Biletlerimiz rezervasyonlu. Vizede bir problem çıkmaması için dua ediyorum. Ayşegül'ü çok özledim. Pofuduk wafflelar eşliğinde onunla tuhaf tuhaf şeylerden konuşmayı iple çekiyorum.
İşte böyle günlük. Öptüm.
Ayşe

18 Ocak 2008

ilk aşk

Parfüm konusunun hassasiyetine inanırım. Parfümün ömrünün şişeyle sınırlı olması çok saçma gelir bana. İnsanların sizi bir kokuyla hatırlaması, sizin kendinizi tek bir kokuyla bağdaştırmanız bence önemlidir. Gözünüz, kulağınız gibi işte. Bu yüzden de kamuya mal olmuş parfümleri beğenmem söz konusu değil. Ne kadar az keşfedilmiş olursa o kadar bana has olabilir. Türk kadınının milli kokusu olmuş Wish, Angel, Joop, Rush ve bilimum Kenzo kokuları bana limon kolonyası sıradınlağında gelir. Göreceli bir konu elbet. Ben her seferinde başka parfüm kullanmayı seviyorum diyen çok kişi var, ben onlardan biri olmadım, bu saatten sonra olacağımı da sanmam.
*
Hayatımda sadece 2 parfüm kullandım. İlki Burberry idi. Orta ikideydim kullanmaya başladığımda, mastera kadar Burberry kullandım. Yıllarca ve yıllarca. Hatta seneler sonra Facebook'tan konuştuğum insanların bir kısmı "Hala aynı mı kokun, Burberry mi kullanıyorsun?" diye sordular, inanamadım. Parfüm aşağı yukarı bu demek benim için. Bir giysi değil de deri gibi. İçinde kendini rahat hissettiğin ve bütünleştiğin. Türkiye'ye git gel yaparken karış karış ezberlediğim Münih Havaalanının Duty Free shoplarında, sıkıntıdan patlayana kadar minik kağıtlara parfümler sıkardım. Sanki garip saç modelleleri gibilerdi benim için. Beğenebilirim ama asla sahip olmayı düşünmem. Burberry benim kokumdu. En güzel koku olmayabilir herkes için, ama bu kadar benimsemek bile güzel bir şeyi. Sonra yine bir gün sağa sola parfüm püskürterek Trieste'ye kalkacak olan uçağı beklerken birden duruverdim. Bambaşka bir şeye rastladım. Beğenmekten çok benimsemek diye tarif etmeliyim bunu. O parfüm YSL Cinema idi. Yüz tane parfümün hepsi bende aşağı yukarı aynı hisleri uyandırdı, beğenmek için bakmıyordum bile. Ama bu parfümü orada bırakırsam kokusunu unutmaktan korktum. Benim kokum 10 sene sonra değişti. Burberry'yi böyle terk ettim.
*
Cinema ile şu ana kadar seviyeli bir birliktelik yaşadık. Ben öyle parfüm satıcıları gibi baharatlar filan sayamam size, içinde ne olduğunu da bilmiyorum zaten. Cinema şık bir parfüm, bana hep öyle geldi. Bütün bu anlattıklarımın üzerine gece ayrı gündüz ayrı parfüm kullanan kadınlardan olamayışımı ayrıca açıklama gereği duymuyorum. Cinema'yı hem gece hem gündüz bayılarak kullandım. Yaygın bir parfüm olmadığından da kokumu soranlara değişik bir cevap vermenin keyfini yaşadım.
*
Galiba ilk aşklar gerçekten unutulmuyor. Genelde Tekin Acar ve benzeri yerlere adım atmamın yegane sebebi yaptığım özelliksiz makyajın 3 adımından birinin eksikliğini gidermek olur. Kirpik kıvırma aleti, Shiseido 1 numaralı concealer ve Lancome allık. Budur benim için makyaj. Amacıma doğru dimdik ilerlerken, malum canavar makyajlı, süslü satış personeli bana kesinlikle yetersiz bulduğu makyajım yüzünden binlerce ürün önermeye başlamadan birden onu gördüm. Kendimi suçlu hissettim. Sanki birini aldatmış, yüz üstü bırakmış gibi. Ben onu bıraktıktan sonra hiç duymamıştım birinden adını. Birden Süskindvari şekilde kokusu geldi burnuma. Ben onu kafamın biryerlerinden bulup getirdim, kimsenin elini sürdüğü yoktu aslında şişeye. Karar verdim. Cinema bir güzellik kraliçesi olabilir ama Burberry benim ilk aşkım. Yine de bir süre düşündüm. Dedim 13 yaşındayken kullandığım parfümü 25 yaşında da mı kullanacaksın? Cevabım evet oldu. Burberry tekrar benim parfümüm. Aşkımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Belki de aradan geçen yıllar, "eskisi gibi" olamayacağımızı gösterir bana bir süre sonra. Ama ona bu şansı tanımalıyım. O da bana tanımalı..

13 Ocak 2008

ikinci ergenlik dönemi

İlkokuldayken tüm sınıfın karşısında okumak için tahtanın önünde dikilip de, birden ilk dizesinden sonra unutuverdiğim:
*

"Demek gidiyorsun küçük kırlangıç sıcak ülkelere.
Oradaki badem ağacına benden selam söyle.
Artık yağmurlar başlıyor,
Kış kapımızda.
Sesini özleyeceğim
Göğe baktıkça."
*
şiiri birden dize dize aklıma geliverdi. Şiirin ilk dizesi bile yeterince hüzünlü gelirdi bana o bacak kadar halimle. Birden aklıma düşüvermesine öyle sevindim ki, aklımdan şiiri baştan sona okuyup duruyorum. Kalbimde bir yerleri büzüştürüyor bu şiir benim. Oysa ki ben hiç göç eden bir kırlangıç görmedim.

*
Ben bu sıralar hüzünlüyüm. Verdiğim kararları sorgular oldum. Avare avare geçirilmiş yılların ardından askeri kamp düzenine geçmiş olma şaşkınlığını üzerimden atamıyorum hala. İşle ilgili çok fazla nokta oluştu biren bire kafamı rahatsız eden. Umarım geçici bir dönemdir. Depresif halimi en çok ben çekemiyorum çünkü.
*

Eskiden seyrettiğim kadar film seyredemediğim için, istediğim kadar okuyamadığım için, mutfağa girip de orada meditasyon saatlerimi yaşayamadığım için kızgınım. Boş günlerimde sabahın köründe ekran başına geçip "3 film birden" seyretmem bundan. Evet biliyorum ki her sabah kalkıp işe gitmek, her akşam işten dönmek milyonlarca insanın günlük aktivitesi. Evet biliyorum ki bu zamanda iş bulabilmek bile bir şans. Biliyorum ki nefes alıyor olmak bile mutlu olmaya yetmeli. Bazen işe yaramıyor.
*

Henüz 25 yaşındayken, henüz aile geçindirmek gibi bir sorumluluğum yokken, henüz üzerimde yükler taşımıyorken bir şeyleri değiştirebilmek istiyorum. Risk almak için daha uygun bir zaman oluyor mu insan hayatında? Bu belki de tekrar biryerlere gidip, belki de bir aşçılık okuluna kaydolmak, belki de iş yükü daha az ve daha düzenli bir işte çalışıp kendine daha çok zaman ayırmaya karar vermek, belki tamamen bambaşka bir şey. "Çalışan insan ataleti"ne bürünüp de, yuvarlanıp gidiyoruz canım işte, daha iyisi can sağlığı mı demek gerek illa ki. Kabulleniş kolaylaştırır mı işleri? 5 sene sonra aynı şeyleri düşünüyor olmak düşüncesi beni korkutuyor. Ne yapıyorsun bu konuda dersen, tatmin edici bir cevap veremem sana. Çalışan insan ataletine giriş yaptım belli ki. Düşünmeye başlamak da bir şey değil mi? Öyle olsun. Belki de bu hafta işteyken her şey çok güzel olur tekrar ve ben tekrar seviveririm çalışan Ayşe'yi. Üstüste duran kitap ve filmlere karşı mahçubiyetimi de unuturum.

"Hayatı kaçırıyor olmak" duygusuna bürünmek tehlikeli. Çünkü zaten 9-6 işe gitmiyor da olsan, günde 2 saat uykuyla yaşayan biri de olsan bir şeyleri muhakkak ki kaçıracaksın. Benim gibi normal ajandan hariç 6 ayrı defterin olsa psikopatlar gibi.. Birine seyretmek istediğin filmleri ve okumak istediğin kitapları, birine yapman gerekenleri, alıncak şeyler listelerini, doğumgünlerini ve tüm hatırlaman gereken günlerini, öbürüne okuduğun kitaplardan beğendiğin cümleleri, hatta ukalaca kitaplararası, filmlerarası yaptığın bağdaştırmaları, birine seyahat anılarını, bir diğerine ise unutmaktan korkutuğun yemek tariflerini yazsan da bir şeyleri kaçıracaksın. Ve bununla yaşamayı bilmelisin. Bil-me-li-sin ve kendine ızdırap çektirmemelisin.
*
Hem biliyor musun. Ben Selçuk Altun'un yeni kitabı Senelerce Senelerce Evveldi'sini okumak için Murakami'nin Zemberekkuşu'nun Güncesi'ne ara verdim ya, çok garip bir şey oldu. Senelerce Senelerce Evveldi'nin bir yerlerinde Selçuk Altun, Zemberekkuşu'nun Güncesi'nin adını geçirerek bana göz kırptı. O satırı reverans ile terk ettim. Çok güzeldi.

9 Ocak 2008

Anlamsızca sevdiğimiz erkekler: Özcan Deniz



Bu konu pek bir ilginç gelmiştir bana. Aklımın karanlık tarafı gibi. Her şeyin, her zaman mantık üzerine kurulu olmadığını kanıtlar gibi. Örneği çok. En belirgin olanı Özcan Deniz ama.
*

Özcan Deniz'i seviyorum. Neden bilmiyorum. "Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir" demek ki. Anlaşmak ya da anlaşmamak söz konusu değil durumumuzda tabi . Özcan Deniz'i sevmem aslında hayranlık durumu değil, kendisine sempatim olduğunu söylesem daha doğru olur galiba. Yok yok vazgeçtim, sempati hafif kaldı, seviyorum. Ayşe o hala kıro, sadece tipi değişti diyebilirsiniz, benim için bir şey değişmeyecektir!
*

Sanıyorum 10 küsür yıldır piyasada Özcan Deniz. İnkar etmek mümkün değildir ki, ilk çıktığı zamanki "kıro" türkücü görüntüsünün evrimini pek bir başarılı tamamladı. "İmaj hiçbir şeydir susuzluk her şey" filan değil. İmaj önemli konu. Beğenirsin beğenmezsin o ayrı ama adam "düzgün" bir erkeğe dönüştü. Belki şaheser mertebesine ulaşmadı ama karşılaştırmalı bakıldığında ufak bir mucize yaşandığını da göz ardı edemeyiz. Aynı dönemin türkücü furyasında ortaya çıkmış Mahsun Kırmızıgül ve Alişan aynen duruyorlar. Mahsun Kırmızgül yönetmenlik denemesi ve dizi girişimlerinde bulunmuş olsa da, aklıma çok başarılı olmuş bir projesi gelmedi. Alişan'dan bahsetmek bile istemiyorum. Bu yazının tam tersi başlıklı bir yazı yazsam ilk konuğum kendisi olabilir. Kayahan ve Ferhat Göçer ile kapışırlar ama sanıyorum Alişan kazanır. Ne diyorduk, değişmek şart değildir elbet. Ama yol almak da önemlidir en nihayetinde. Özcan Deniz yol aldı göstere göstere. Belki biraz çok göstere göstere. "Bakın ben neydim, ne oldum" gibi ama yine de çok da rastlamıyoruz kendisine dergilerde, gazetelerde. Biseksüellik konusu vardı bir de. Ben onun sonunu kaçırmışım, hatırlamıyorum.
*

Ya hakikaten yetenekli bir adam, ya da Allah yürü ya kulum dedi. Albümleri tuttu, yanlış hatırlamıyorsam Mercan Dede ile birlikte bir şeyler yaptı, oynadığı diziler zamanının fena olmayan yapımlarıydı, Asmalı Konak ve Haziran Gecesi'ni biliyorum ben; düzenli bir seyirci olamadım ama seyrettiğim çok oldu, bence başarılıydı da nitekim; hatta film senaryosu yazmışlığı var kendisinin; ki "Neredesin Firuze" benim seyretmekten hiç bıkmayacağım, oldukça eğlenceli bir filmdir. Soundtrackini de ayrı severim. Genelde başarılı işlerde yer almış olması şans eseri de olabilir ama öyle düşünmüyorum ben. İyi ekiplerle de çalışmak mühimdir sanıyorum ama bu da şansla olacak bir şey değil ki. Haluk Bilginer benimle aynı filmde oynar mı mesela, senaryosunu benim yazdığım bir filmde? :)
*
Tamam, dizilerde kendi sesini kullanmadığı bir gerçek. Sesiyle piyasaya çıkmış bir kişi için ilginç tabii. Zeka küpü olmayabilir kendisi, birkaç komik beyanatını hatırlıyorum. Konuşma Özcan, yazılı metin varsa oradan oku, birileri de seslendirsin. Öyle iyi oluyor. Dost tavsiyesi.
*

Çok popüler olmuş birkaç şarkısı dışında "Özcan Deniz müziği" hakkında pek fikrim yok aslında. Bir "Geçmiyor günlerrrr yar yar yar!" var aklımda kalan; bir de "Bi açıldım bi kapandım duygusal bağlamda" gibi bir söz öbeği barındıran şarkısı. Biraz duyarsam devamını mırıldanacağım birkaç şarkı daha bulabiliriz aslında. Bahsetmeye çalıştığım şu ki, söz konusu kişinin bir mp3ünü indirmişliğim ya da bir albümünü edinmişliğim filan yoktur. Bu adam aslında türkücü değil mi? Mankenler önce oyuncu sonra şarkıcı oluyorlar ya, Özcan Deniz önce şarkıcı sonra oyuncu olarak, hatta şarkıcılığı sanki ek işmiş gibi yaparak ilginç bir yol izliyor. Bana kalsa hiç şarkı söylemese de olur.
*

Ne filmleri, ne dizileri, ne de şarkıları-türküleri hayatımda olmasa da aslında hiiiç de büyük kayıp olmaz ama yine de seviyorum ben Özcan Deniz'i. Öyle başarı aşığı filan biri de değilim ki, adamın kat ettiği yollardan dolayı ona büyük bir saygı ve sevgi ile yaklaşayım! Anlamıyorum neden sevdiğimi. Yani birine aşık olup da, nesini seviyorum şu adamın dersiniz ama televiyonda gördüğünüz birini neden sevdiğinizi bilmeden sevmezsiniz değil mi?
*

Tam ne güzel bağlıyordum ki yazıyı, aklıma çıplak fotoğrafları geldi. Tamam konu kapansın; bunu bilmiyoruz, duymadık, görmedik. En azından o kabarık saçlarla yapmasaydın ama ya..
*
*
Biraz bunaldım bu ara çok belli oluyor mu? :)

6 Ocak 2008

güneşi özledim

*Ankara buz gibi. Çok üşüyorum. Soğuk keyfimi bozuyor. Ayak parmaklarım hemencecik donuyor. Araba camı temizlemek asli görevlerimden biri oldu. Bir fısfıs var. Donmuş cama sıkınca buzu çözüyor. Bence süper bir buluş. *

*Oldukça yoğun bir haftasonu oldu. Cuma akşamüstü işyerinde sucuk ve sıcak şarap partisi yapıldı. -5 derecede (sıfırın altında beş desem ne komik olur di mi, eksi varken ne gerek varsa sıfırın altına) açık havada mangal yaptık, donarak ölecektik sanıyorum ki. Güzeldi yine de..
*

*Cuma akşam Akdeniz Akdeniz'de kalabalık bir grup yemeği vardı. Akdeniz Akdeniz aslında güzel bir mekan ama ne mezeler, ne de ana yemekler vasatın üzerine çıkamıyor. Müzik de gerçekten kötüydü. Arkadaş grubu eğlenceliydi, o yüzden çok güzel vakit geçirdik. Akşamüstü şarap, akşam yemeğinde rakı. Yorgunken de bir ayrı güzel gidiyor ama..
*

*Cumartesi akşam Ceyda'nın düğünü olduğu için (Ceyda üniversiteden yakın arkadaşım, 84lü olduğunu belirtmeye gerek duyuyorum) kuaföre filan gitmem gerekecek diye bütün gün evde oyalandım. Bana kalırsa, bu aralar şık giyinme zorunlulukları dolayısıyla kendime yılbaşı hediyesi olarak aldığım burnu açık bir karış topuklu siyah ayakkabılarımı (Hayrünnisa Gül'ünkinden güzel olmasın) çorapsız giyecektim. Zaten naylon çorap kadar nefret ettiğim bişey daha yok. Başta annem olmak üzere herkes "donarsınnnn, deli misinnnn, çok tuhaf olurrr!" diyince de, Gizem'den öğrendiğim "ayakucu, açık burunlu ayakkabılar için yapılmış çorap"lardan almaya gittim. Normalde çorapların burnu koyu renk olur ya, bununki değil, çorapla aynı renk. Diğerine göre daha güzel olsa da, yine de açık burunlu ayakkabının içine çorap giyilmese en güzeli. Neyse efendim, kendimi bildiğim için 2 adet çorap aldım ve birincisini daha giyerken kaçırdığım için ikincisini kullandım. (Çok bilge bir insanım) Düğüne gittiğimde ise -8 derece dinlemeyip, incecik bantlı stilettoları çekip gelmiş olanları görünce de, tuvalete gidip, çoraptan kurtulmakta hiçbir sakınca görmedim. Düğün tecrübem olmadığı için böyle oluyor demek ki, bir dahaki düğüne kesin çorapsızım.
*
*Sally Hansen diye bir markanın oje kurutucusu var. Gerçekten telefondan sonra en büyük icat. Ojeyi sürüyorsunuz, 2 dakika sonra bunu sürüyorsunuz üzerine, hem pırıl pırıl oluyor, hem de 30 saniyede kuruyor. Bu bir devrim sayın seyirciler. Devamlı kırmızı tırnaklarla dolaşanlar beni iyi anlayacaklardır.
*
*Çok nefret ettiğim kuaföre gitmemek için zamanı sündürdüm de sündürdüm ve haliyle bütün gün evde yatmama rağmen geç kaldım. Sırtı açık elbiseyle topuz güzel durur diye topuz yaptırdım. Amy Winehouse havasında sanki kafamda bavul taşıyormuşum gibi bir topuzum oldu ama ben sevdim. Biraz Amy Winehouse, biraz Hatırla Sevgili. Belime kadar gelmiş olan saçlarımdan tenis topu büyüklüğünde bir topuz çıkması beklenemezdi zaten. Krepeyi çok seviyorum. Saçlarımın doğal hali pırasa görüntüsünde olsa da, artık arasıra kendim krepeler yapıp saçlarımı kabartmaya karar verdim. Reklamlarda dedikleri gibi 'istediğiniz "volyumlu" saçlara sahip olmak için' ilk hedefimiz bir saç spreyi olacak. Gece yatmadan topuzumu çözmeye çalışırken kafamdan firkete toplayacağım diye kollarım ağrıdı, kas yaptım. Sanırım otuzun üzerinde firkete çıktı.
*
*Düğün bence gayet güzeldi, ki düğünlerde eğlenmeyi hiç becerememiş biriyim. Zaten bu gittiğim 4. düğün olsa gerek. Gördüğüm diğer düğünlerin aksine bu düğünde gençler çoğunluktaydı, müzik güzeldi, yemekler de gayet iyiydi. Birbirlerini karı-koca olarak kabul ettiklerini söylerken arkadan çalan müzik Ceyda'nın vaktinde sorup benden öğrendiği, benim en sevdiğim 2. şarkı "Gentle Waves-Falling from Grace"ti. Sanki ben de işin içinde parmağım varmış gibi hissedip mutlu oldum :) Ki yeni evli çiftimizin tanışmasında da parmağım olduğunu söylemeden geçmek istememm! Ceyda'yı arabadan zorla itekleyip, bagaja bir şeyler almaya göndermiştim Berk tam arkamıza park etmişken. Berk zaten Ceyda'yla konuşmak istiyordu, böylece telefonlarını almışlardı birbirlerinin. 5 sene filan oldu sanıyorum bunların üzerinden.. Umarım hep çok mutlu olurlar..
*
*Bugün de sonunda Kabadayı'ya gittik. Film beni şaşırtmadı. Yavuz Turgul ve Şener Şen. Ustalara saygı kuşağı. Biraz Eşkıya esintisi. Kenan İmirzalıoğlu ve İsmail Hacıoğlu'nun (neden büyümüş gibi gelmiyor bana bir türlü?) beklentinin üzerinde performansı. Şener Şen'den bir şey beklemek haddimize değil zaten. Onu tekrar seyretmek güzeldi. Ve o Aslı Tandoğan ne kadar güzel! Çok yer etmeyecek bu film sanki ama iyi ki gittik yine de. Şener Şen'i daha kaç kez izlemek kısmet olur ki?
*
*Haftasonunun açık ara en güzel haberi ise, Selçuk Altun'un kitabının çıktığını öğrenmem oldu. Daha önce defalarca yazdığım gibi o benim en sevdiğim yazar (tehlikeli cümle), en çok hayran olduğum insan. Büyüyünce Selçuk Altun olmak istiyorum. Olamasam da, bir kez kütüpanesini görmek istiyorum. "Senelerce Senelerce Evveldi"yi bugün elime aldım. Yarıladığım Murakami'ye bir nefeslik ara vermemi gerektiriyor bu olay. Kutsal kitabımın orada olduğunu bilerek başka bir şey okumam mümkün değil. O bir kitapçoksever ise, ben de bir SelçukAltunçokseverim. Bu gece az uyuyacağım.

2 Ocak 2008

Hok's

2008'in ilk yazısı bu sene bol bol gideceğimizi düşündüğüm bir yer hakkında olacak.. Sihirli lezzetler diyorlar, bakalım görelim :)
*
Yeni açılan bir yer var kiiii, aslında çok uzun süredir burayı bekliyoruz. Adı Hok's. İran Caddesi'nde, Yosun ve Niki'nin üstündeki 2 kat. Sahiplerini yakınen tanıdığım için buranın her aşamasında ne kadar özen olduğunu çok iyi biliyorum. Cafe des Cafes'i bilmeyen yoktur. İşte oranın sahipleri bu sefer restoran işine girdiler. Çok da iyi yapmışlar. İçeri adım atınca heyecanlandıran bir yer Hok's. Alt kat biraz daha cafe havasında. İran caddesine yukarıdan bakan cam boyu upuzun masalarda kahve içmek için uğranabilir ama bence yemekler mutlaka denenmeli. Üst kat biraz daha ağır bir hava veriyor. Daha akşam yemeği ortamı. Uzun zamandır yediğim en lezzetli şeyler buradaydı. Hok's yakın zamanda patlayacak gibi görünüyor. Çünkü Ankara'da böyle bir yer daha yok.
*
Koskocaman bir pizza fırınları var ve ekmeklerini kendileri yapıyorlar. Bu benim bayıldığım bişey. Ekmekler o kadar lezzetli ki bir yerden sonra kendimizi durdurmak zorunda kaldık. Yoksa poğaça yer gibi yiyip, asıl yemeklere geçemeyecektik. Biz henüz menüdeki binbir çeşit değişik şeyi anlamaya çalışırken masaya ilginç bir şey geldi. Yeşil bişey :) Sonradan öğrendiğimize göre ıspanak ezmesi ve hardal karışımıymış. Minik bir fondü gibi düşünülebilir. Sıcak sıcak yeşil ezmeyi ekmeklerinizi batırarak yiyiorsunuz. Bayıla bayıla yediğim bu şeyin ne olduğunu öğrenince oldukça şaşırdım çünkü ben 10 seneden fazla süredir ıspanak yemiyorum. Bir de küçük kadayıf topları vardı tabakta. İçeri mozzarella ve biberle dolu. Anlattıklarımın hepsi yepyeni şeyler. Heryerde rastlamak mümkün değil..
*

Kendi pizza fırınları olduğunu söylemiştim. Pizzayı denemeden çıkmak olmaz elbette! Tavsiye üzerine vejetaryen pizza yedik, çok memnun kaldık. Hamurunda çeşitli tahıllar var ve üzerinde de fasulyeden brokoliye kadar bir sürü sebze. İncecik ve çıtır çıtır hamurlu. Gerçek italiana. Mmm olsa da yesem şimdi! :)
*

Aslında bu kadar şeyin üzerine çoktan doymuştuk ama o kadar zamandır beklediğim bir yer, bir şeye daha yer açmamak olmaz. Menüde tammm da Ayşe yemeği olarak adlandırılabilecek bir yemek buldum. Pasta-shells gibi bir adı vardı. Kocaman midye kabuğu şeklinde makarnalar. Karides, somon, kabak ve maydonoz. İ-na-nıl-mazdı! Zaten çılgınca makarna seven biriyim ama bu makarna gerçekten de kalbimin en nadide köşesinde yerini aldı. Bir dahaki gidişimde tekrar bunu ısmarlamayıp başka bir şey söylemeyi becerebilecek miyim bakalım..


Balsamik soslu bifteğin azıcık tadına baktım,çok değişikti. Yani aslında şöyle diyebiliriz ki burada her şey var :)


Hok's 'un şefi ödüllü. Hatta ödülünü de bir tatlıyla kazanmış. Bu tatlı menüde var. İncirli Hurma tatlısı. Ne? diyor olabilirsiniz. Ben de dedim. Ah neden fotoğrafı yok bilmiyorum. Adam ödül almış diyorum, öyle böyle değil..

Efendim biz yılbaşı gecesi cümbür cemaat bizim eve gelmeden önce de akşam yemeğinde yine Hok's a gittik. Yılbaşı menüsü vardı. Shot bardaklarında çorbalar, mini mini pideler yedik :) En ilginci zencefilli, kişnişli havuçtu. Evet bildiğiniz havuç. Ben pişmiş havuç sevmem ama bu ayrı bir olaymış. Galiba neyi neyle karıştıracağını biliyorsan olay bitiyor. Havuç yemeğine bayıldım ve bence yılbaşı menüsü için harika bir seçenekti. Sonra da patlıcanlı risotto. İdeal porsiyonda. Eğer et yemekleriyle aranız iyiyse burada çok seveceğiniz bir şey var. Şu ana kadar restoranın genel favorisi bu imiş. Kuzu incik. Koskocaman bir kemikle geliyor. Menüdeki seçenekler birbirinden ilginç. İnsan hepsini merak ediyor. Ben bu işe bir dedektif edasıyla eğilip, her yeni seferde başka şeyler deneyeceğim. Bu konuyu çok ciddiye alıyorum ve galiba benim kadar ciddiye alan bir yer buldum sonunda :)
*
Giderseniz işletmecisi Ufuk Bey'e, Ayşe'nin blogundan gördük geldik diyin, benim de havam olsun :)))
*
Hok'S İran Caddesi No:27/2 GOP Tel:428 8282