31 Ağustos 2010

Bambam geldiiii!

Bambam'la tanışın! Ailemizin yeni neşesi, hayatımda gördüğüm en minik kedi yavrusu, Çandarlı sokak kedisi eşrafından bir sarman, artık Bambam!

Patlak gözlü, çirkin bir şey. Şu an beni annesi sanıyor. Bulduğu her şeyi emmeye çalışan hiperaktif Bambam yüzünden meme sanılan zavallı el ve ayak parmaklarım sürekli saldırıya kurban gidiyor. İki gecedir yanyana uyuyoruz minikle, yalnız bırakmaya kıyamıyorum, öyle şirin :)


Kendisiyle kelimenin tam anlamıyla yollarımız kesişti. Annem bir gün eve gelip "Çandarlı'nın içindeki caminin yanında bir kedi doğurmuş, iki tane minicik yavrusu var, onlardan birini alsak mı?" dedi. Tabi daha sonra "Ay bi görsen, böyle yumuk bişey miniminnacık, kemikleri sayılıyor nasıl zayıf vs vs vs" diye devam etti. Biz heveslendikçe babam, "Yahu gidin işinize" dediyse de, bizim evde annemin kafaya bir şey koyması durumunda tüm karşı savunmaların kifayetsiz ve gereksiz olduğu malumdur. Zaten hayatı boyunca kedi beslemiş biridir annem, iyi bile dayandı şunca zaman. Maksi'den sonra başka bir evcil hayvan edinmek istemedik biz. Sanki onun anısına ihanet etmişiz gibi olacak gibi geliyordu hepimize nedense. Yeri, boşluğu doldurulmuş gibi.. Bu doğru bir düşünce değildi ama hazır değildik galiba. Maksi'nin yeri dolmaz ama eve başka bir yumağın girmesinin bununla ilgisi yok ki.. Artık biliyorum.

Bir sabah karar verdik, kalkıp yavruyu alacağız. Çünkü biz almazsak annesi bırakıverecek sokağa; sonra bul bulabilirsen. Köpekler mi yer, diğer kedilerle mi kavga eder, zaten kemikleri sayılıyormuş dayanabilir mi sokaklarda tek başına? Ama annesinden ayırmak için doğru zaman mı nasıl anlayacağız? Ya alıp eve getirince günlerce ağlarsa? Ya annesi çok üzülürse? Ama ya biraz daha büyüsün diye beklerken bir gün gidip de bulamazsak, vicdan azabından ölür müyüz?

Gittik iki sarışın yavruya baktık baktık. Çok korkaklardı; annelerinin yanından ayrılmıyorlardı. Zaten anne kedi yanaşanı bakışlarıyla dövüyordu. "Yok" dedik, "Alamayız. Yazık daha çok minikler. Daha burdayız nasıl olsa, biraz daha büyüsün öyle." Hayatımda gördüğüm en minik yaratıktı, nasıl eline alacaksın o bile muamma zaten. Ayakta durabilmesi bile tuhaf.



Akşam ben arkadaşlarımla Çandarlı'ya indim. Her zamanki gibi bir gecenin sonunda, saat 2 gibi eve dönmek üzere arabaya giderken pat diye karşımıza çıktı Bambam bir ara sokakta. "Sen nasıl geziyorsun bu saatte tek başına, annen nerde?" gibi sorularıma elbette kediden bir cevap gelmedi ama Çandarlı sakinlerinden biri, bir diğer sarı yavruyla birlikte şaşkın şaşkın gezdiklerini, etrafta anne filan olmadığını, almayı düşünüyorsam çok büyük iyilik yapmış olacağımı belirtti. Sabah almaya kalkıştığımız yavru gecenin köründe pat diye karşıma çıktı.
İçim el vermedi. Caminin yanına gittik. Annesini bulduk. Koyduk yavruyu yanına. Bakıştılar biraz koklaştılar, oynadılar. 2 dakika kadar sürdü bu. Sonra minik tın tın bizim peşimizden, anne kedi kendi yoluna. Defalarca denedik. Mertingoyla beraber içimiz rahat, kucağımızda bu minikle beraber saat 3 sularında eve geldik. "Anne bak burda ne var?" dedik. Annem mutluluktan delirdi.


Sonra bomba patladı. Babam ertesi sabah alışveriş için Çandarlı'ya indiğinde, daha önce bakmaya gittiğimiz iki yavrunun hala annelerinin dibinde, caminin yanında yatmakta olduğunu ev halkına iletti. Peki o zaman, şu anda kanapede mutlu mesut kestiren minik kimdi? Gidip kendi gözümle görmüş olmasam, diğer yavrularla böyle tıpatıp olmasına inanamazdım Bambam'ın. İki olasılık var. Ya o yavruların bir de kardeşi vardı ve aslında 2 değil daha çok yavrulardı ya da bizim Bambam, biz neredeyse başka bir yavru edinecekken şansımıza, belki de kendi şansına, gecenin bir yarısı karşımıza çıkmış ve eve gelen yavru olmuştu. Bunun cevabını bilemiyoruz ama Bambam artık bizim.


Tam olarak bilemiyoruz ama bir aylık olduğu söyleniyor. Eve geldiği ilk gün biraz çekingendi. Henüz ikinci günü bitirdik, şimdi oldu "deli Bambam". Sürekli hoplama zıplama, ayak ve el parmağı ısırma-yalama, kurdele peşinde koşturmaca ve miyavlama halinde. Keyfi yerinde görünüyor. Hatta balık yiyerek bizi oldukça şaşırttı. Bambam hep sağlıklı ve mutlu olsun, Maksi'miz gibi uzun ve keyifli bir hayat sürsün!

Şu üstteki fotoğrafı da kendim çektim ama yine de çok gülüyorum. Fotoğraftaki kediyi bulunuz!

27 Ağustos 2010

Saman kağıdı

Avuç içi kadar Çandarlı'nın sürprizleri bitmiyor. Geçenlerde, sürekli önünden geçtiğimiz halde bir türlü açık olduğuna rastlayamadığımız bir dükkanın kapısından nihayet girebildik. Meğer içerde hazine saklıymış. Eski kitaplar, Venedik'ten gelmiş tüllü pullu kabarık elbiseler, anca eski zaman filmlerinde gördüğüm ayakkabılar, çantalar, porselen yemek takımları, siyah beyaz fotoğraf albümleri, Galatasaray Lisesi yıllıkları.. Çok özenli bir koleksiyoncunun yıllarca biriktirdikleri bir ambara sığmış. Çandarlı için bir hayli "fazla". Dükkanın içine gir, on saat çıkma, öyle bir yer. Ben hayretten ağzım bir karış açık, eski kitap sayfalarını çevirdim de çevirdim. Kendime iki tane kitap hediye aldım. Biri Balzac'ın Otuzundaki Kadın'ı, biri de İdare Etme Sanatı. Otuzundaki Kadın çok entersan, eski dilde okumak zaman zaman yorucu olsa da kitap başlı başına bir hazine gibi. Her sayfada ilginç bir detay gizli. Yaprakları lime lime olmuşsa da, özenildiği, dikkatle saklandığı belli bir kitap. Eh, 1945'te basılmış.


Cemil Meriç çevirisi. Kitapta Meriç'in eklediği dip notlar en az kitabın kendisi kadar enteresan. Bir yerde "İtiraf edelim ki bu cümlenin tercümesinden hiç te memnun değiliz. Metinde italik harflerle yazılan rouléc kelimesi, Rhasis'in, Şemseddin Saminin, Khandjeri'nin lugatlarında hiç yok. Académie, Littre ve Larausse pour tous: "Loire nehrinde balık avlamağa mahsus hasırdan ağ" olarak tarif ediyorlar. Burada dalgacık, girdabcık manasına gelmesi lazım mahazlere sadakat endişesile böyle çevirdik. Yanılmış olmamız pek mümkündür. C.M." demiş. Şu zamana kadar yolumun kesişmediği Jurnal 1 ve 2'yi derhal edinmek istiyorum.




İlk sayfada, kitabın ilk sahibi olduğunu anlayabileceğimiz Teğmen Hayri Bey'in inci gibi yazısıyla aldığı 25 Mart 1947 tarihli bir not var. "Kitabımın temiz kullanılmasını rica ederim."


Okuduğum kitapların altını çizemem. Yaprak kıvırmak konusunda o kadar hassas değilim ama sayfaların üzerine kalıcı kalem izi bırakmaktan çekinirim. Kitabı benden sonra okuyacakların satırlarının altı çizilmiş bir kitabı isteyip istemeyeceklerini bilemem, o yüzden kitabı mümkün olduğunca lekelemem. Tam aksine, ben, üzerinde benden okuyucusuna ait izler taşıyan kitaplara bayılırım. Altı çizili cümle acaba beni de etkileyecek miydi, kitaplardan beğendiğim cümleleri topladığım o deftere girecek miydi diye düşünürüm. Herkes başka şeyler buluyor okuduğu kitapta, aklındaki başka bir yere dokunuyor okudukları. Satırlarının altı çizilmiş bir kitabı okurken iki farklı heyecan duyuyorum. İki ayrı kişiyi birden keşfediyorum. Kitabın altını çizen kişi Teğmen miydi bilmiyorum, aslında sanmıyorum. Kitabın temiz kullanılmasını rica etmiş, sonraki okuyucu kırmış bu ricayı ama kitap bende emin ellerde Teğmen Hayri Bey.



Kim bilir kaç kütüpaneye girdi bu 65 yaşındaki kitap. Babamdan yaşlı. Kaç kişi okudu bu güne kadar teğmenin notunu, ricasını? Çoğu zaman var olduğundan kendim bile şüphe duyduğum ağlamaklı tarafımın gidip de tanımadığım bir teğmenin notuyla tavan yapması normal midir?


Ben köy hayatı yaşamaya devam ederken, karşıma hala her gün güzel şeyler çıkıyor. Inception'ı hala izlememiş olmak bile beni bu hayatın bana göre olmadığına ikna edemiyorsa, sanırım artık emin olabilirim ki, ben şehir insanı değilim. Arkadaşlarımın hepsini buraya alıp, Şirinler'deki gibi komün hayatı yaşamak istiyorum.

23 Ağustos 2010

Tatil. Ünite 5: Karaburun - Lipsos

Karaburun bu tatilin sürprizi oldu. Aslında Karaburun da diyemeyiz, şehir merkezinden 9 km ötede, kendinizi dünyanın ucunda hissedeceğiniz bir yer. Yer diyorum; çünkü buraya ne kasaba, ne köy, ne de başka bir şey demek mümkün değil. Karaburun'dan sonra Küçükbahçe Köyü'nü geçiyor, Yeniliman sahiline sapıyor, oradan da "Lipsos-Ata'nın Yeri" tabelalarını takip ediyorsunuz. Karaburun fikri tatil için araştırma yaparken bir ara ortaya çıkmıştı ama çok kötü olduğunu duyduğumuz ulaşım şartları ve birkaç kişinin orada kayda değer bir şey olmadığını söylemesi bizi vazgeçirmişti.



Tatilin son akşamında, öylesine karıştırılan bir rehberde keşfettiğimiz Lipsos, yönümüzü tekrar Karaburun'a çevirdi. İyi ki de görmüşüz o tanıtım yazısını, iyi ki gitmişiz buraya. Tatil sonrası eve gelince Food and Travel'ın ağustos sayısı kapağında Lipsos'un sahilini görünce hem içim kıpır kıpır oldu, hem de temmuz sonundan beri evde ortalarda gezinen dergideki Karaburun yazısını okumadığım için kendime kızdım. Lipsos'u bizim gizli keşfimiz, kafa dinlemek için sığınacağımız bir yer sanıyordum; Food and Travel'da yayınlandıktan sonra öyle olmayacağına dair korkularım var. Bencil miyim?


Şimdi böyle anlattığıma bakmayın. Çeşme-İzmir otobanından Karaburun'a saptıktan kısa bir süre sonra tatili uzatmanın çok yanlış bir karar olduğuna yemin edebilirdim. 65 km'lik yol bitmiyor. Seyahat masmavi koyların müthiş manzarası eşiliğinde de olsa, virajlar insanı " İnicem arabadan, tamam yeter, bu ne be!" diye çığlık attırabilecek kadar korkutucu (özellikle de benseniz!). 65 km'yi bir buçuk saatte anca kat ediyoruz. Ben dayak yemişten beter bir halde Karaburun'a ayak basıyorum. Arabadan inip diyorum ki "Beni bir daha hiçbir güç buraya getiremez!" (Sonradan öğrendiğimiz üzere Karaburun-Foça arası vapur seferi var. Yani o yolu araba ile gitmek zorunda değilsiniz. Özellikle de benim gibi sonradan kuzey Ege'ye devam edecekseniz, vapur şahane bir seçenek. 50 dakikada Foça'ya varıyorsunuz. Ne yazık ki arabalı vapur yok. Bir de yolda giderken Mordoğan'da Yuvam Sitesi diye bir siteden geçtik. O ne harika yerdi! Yazlığı orada olanlar çok şanslı!


Lipsos'a geldikten sonra dert-tasa-endişe-kaygı, hiçbir şey kalmıyor. Sanki kendi başına bırakılmış bir yazlık konak burası. Herkes kendi halinde. 7 tane oda var. Odalarda işlemeli yatak örtüleri ve rahat yataklar var. Odadan beklentinizi bununla sınırlı tutmalısınız. Burada lüks yok. Klima olmaması bizi endişelendirmişti ama gece gördük ki gerek de yok. Pencereyi açıp dalga seslerini dinleyerek uyuyorsunuz. Evin girişindeki holde ise insanı saatlerce oyalayabilecek bir kütüphane var. 50'lerden kalma kitaplar, yeni kitaplar, arıcılık ile ilgili kitaplar.. Eski kitap kokusu. İnsanın başı dönüyor. Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu'nun 70'lerden kalma bir baskısını buldum, onunla oyalandım bir süre.


Deniz göz alabildiğince mavi. Pırıl pırıl. Cam gibi. Sahilde sadece birkaç ahşap şezlong var. Bir de derma çatma bir çardakla bir hamak. Bütün gün yat, kitap oku, şeffaf denize gir çık.



Yemek ise başlı başına bir konu. Gelirken okumuştuk aslında. Günlük tutulan balıklar, özenle hazırlanan mezelerle servis ediliyormuş. O gün ne balık çıkarsa.. Ama bu kadarını hayal etmiyorduk, itiraf edeyim. Yemek için hazırlandık, gittik oturduk denizin içinde sayılabilecek masamıza. "Ne yiyeceğiz?" dedik, Cemal dedi ki "Meze yiyeceksiniz, balık yiyeceksiniz. Burada böyle. Siz acıkınca söyleyin, ben masayı doldurmaya başlayayım." Sonra başladı ardı ardına mezeler gelmeye. O aşağıdaki patlıcan var ya, ben hayat boyu sadece onu yesem olur. Bu arada yemek saati diye bir şey yok. Kimileri hava kararana kadar yüzüyor, kimileri yemek öncesi şarabını içiyor. Kişiye özel ayarlanıyor yemek saatleri. Siz ne zaman isterseniz. Biz başladık ve bitiremedik gerçekten. Sanırım akşam 8'den 2'ye kadar sürdü bu böyle. Kimileri gecenin o saatinde denize girdi çıktı.
Etraf kararınca daha bir büyülendik. Etrafta tek tük ışık. Kafamı köyden diğer tarafa çevirince göz alabildiğince bir karanlık. İnsan gerçekten sorguluyor hayatı. Burada dünyanın bittiği yermiş gibi hissettiren yerde, etraftaki kimse, hiçbir şey koşturmuyor, hiçbir şey acele değil. Acele ne çok yoruyor insanı. Burada aldığın her nefesi algılıyorsun sanki. Arabadan indiğimde "Beni bir daha hiçbir güç buraya getiremez!" demiştim. Şimdi anlıyorum üst kattaki odayı 3 haftalığına tutanların akıllarından zorları olmadığını, asıl aklın onlarda olduğunu. Ömrün uzar burada o kadar kalsan ama geri nasıl dönersin onu bilmiyorum.


Sabah kahvaltısı ise alttaki gibiydi. Masaya gelmeden iki dakika önce yandaki bahçeden toplandı o kiraz domatesler, biberler. Bu sefer en içten şekilde dedik "Burada daha uzun kalınırmış.." diye.

Tatile harika bir final oldu Karaburun. Belki de aslında Lipsos. Yolunuz düşerse uğrayın demiyorum çünkü buraya yolunuz düşmez, burası dünyanın ucu. Belki bizim gibi şans eseri rotanız buraya çevrilir ve bizim aldığımız keyfi alırsınız.

20 Ağustos 2010

Tatil. Ünite 4: Çeşme

Çeşme hakkında daha önce defalarca yazmıştım. Bak orda, burda, şurda, her yerde. Her yaz mutlaka uğradığımız bir yer. Yaz tatilinin tamamı Çeşme'de geçirilebilir. Her şey var, her şey güzel. Eh, biraz da memleket torpili :)





Bu sene Çeşme'deki değişiklikler şunlardı:

*

- Çeşme Marina açılmış.

Çeşme'nin ortasına şahane bir marina inşa edilmiş ve bu Marina resmen Alaçatı'ya rakip olmuş. İçinde harika restoranlar, dükkanlar var. Gezmesi çok keyifli. Kaldığımız otelin sahibi Çeşme Marina yüzünden Alaçatı'nın gece hayatını eskisi kadar hareketli olmadığını söyledi. Bunun da müşteri beğenmeyen Alaçatı mekanlarına müstahak olduğunu ekledi. Bu görüşe katılmamak mümkün değil. Çeşme'ye giderseniz Marina'yı görün. (Marina'da hem Kumrucu Şevki hem de Burger King var. Biz orada Şevki dururken insanlar nasıl oluyor da Burger King'de yemek yiyor diye hayret ettik. Belki de güzelim Çeşme kumrusuna sürekli erişimin olduğunda, insanın canı Burger King de istiyordur.)

*

- Babylon Alaçatı, Aya Yorgi'ye taşınmış.

Aya Yorgi'ye taşınmakla kalmamış, bir de favori mekanımız Granada'nın yerini almış. Babylon'un Alaçatı'daki devasa alanından sonra burası, daha sıkışık bir düzene yol açmış. Granada huzur yeriydi. Hamaklar, bol bol boş çimlik alan, denizin dibinde yayılma imkanıydı. Babylon deniz kenarını tamamen iptal etmiş, o şeridi tamamen çocuklu çocuklu ailelere tahsis etmiş. Biz öğlen saat 2 gibi gittiğimizde yer bulmakta zorlandık. Akın akın insan geliyordu. Yine de Babylon giriş ücretini abartmamış. Alaçatı Sea Side hala en pahalı beach. En güzel deniz orada ama. Aya Yorgi tamamen beach club'lar ile kuşatılmış olduğundan deniz havuza dönüşmüş. Metrekareye 3 kişi düşüyor. Yine de illa Aya Yorgi'den denize girilecekse Sole Mare'den uzak durup, Babylon'u seçmekte fayda var.



Akşam yemekleri için özlediğimiz Beatrice'ye ve daha önde denemediğimiz Gubiba'ya gittik. Beatrice acaba biraz bozmuş mu dedik. Yine de servis çok başarılı, çalışanlar çok sıcaktı. Benim makarnam da çok güzeldi hem. Akşam yemekleri sürekli rakı-balık gidiyordu, biraz karbonhidrat iyi geldi! Gubiba'da ise değişik şeyler denedik. En akılda kalıcı olanı wasabi dip soslu zeytin kızartmasıydı. İnsanın aklına hayatta gelmeyecek bir şey olan zeytin kızartması çok lezzetliydi. Evde denemek gerek.



Shot diye bir yer var. Adı üzerinde shot'ları meşhur. Şöyle alttaki gibi enteresan isimler koymuşlar shot'larına. Özellikle Aysel'i insan merak ediyor. Denedik, fena değilmiş. Ama shot bana göre bir içme şekli değil. Hemen biten içkileri sevmiyorum! Ben Shot'da sakız likörü içtim. Yanında çilekle geliyor. Kalbimi kazandılar.


Kısa kısa


Alaçatı'daki Dost Kitapçı'da MAG gördüm. Hemen alıp ön raflara koydum :) (İzmir Forum Bornova'daki D&R'da da aynısı yaptım.)

Hande Ataizi'ni tekrar gördüm. Her seferinde boyunun kısacık olmasına neden bu kadar şaşırıyorum? :)

"İyi" çok berbat. Kokteyl hazırlayamıyorlar ve fiyatlar çok yüksek.

Sakızlı Türk kahvesinin 100 gramı 5, bir fincanı 6 lira. E, yuh.



Bunu da kışın canım sıkıldığında yere yatıp, yattığım yerden gördüğüm manzaranın bu olduğunu dileyebilmek için koyuyorum. Orada yatarken dileğim mümkün olduğunca uzun süre olduğum yerde yatabilmekti. Seneye görüşmek üzere Çeşme, seni seviyorum.

*
Çeşme'den spontane olarak Karaburun'a geçmeye karar verdik. Orada hayatımda gördüğüm en ilginç yerde kaldık, dünyanın en ucunda olmak diye bir şey varmış, hem de o kadar uzağa gitmeden. Tatilin son adımı Karaburun azzzz sonra!

18 Ağustos 2010

Tatil. Ünite 3: Bodrum

Selimiye'den 3 saatlik bir yolculuk sonunda tatilimizin 3. durağı Bodrum'a vardık. Bodrum'a 3 senedir gitmemiştim. Yeniliklerden biri (aslında daha önceden var mıydı bilmiyorum) Bardakçı Koyu'nda iskelesi olan otellere uğrayıp insan toplayan deniz dolmuşuydu. Tek tek bu otellerin iskelelerine uğrayan minik tekneye binip, 5 dakika içinde Bodrum Marina'ya iniveriyorsunuz. Bu dolmuş tatil boyunca çok işimize yaradı, size de söylemeliydim! Bunun dışında gündüzleri otelin zaten gayet güzel bir sahili olması sayesinde hiçbir "beach"e gitme gereği duymadık. Hatta bütün tatil Türkbükü'nün yakınından bile geçmedik. Kendi sahilimiz, denizimiz bize yetti de arttı bile.

Her yer beyaz, her yer pembe begonvil. Bodrum daha bir şehir olmuş (vay be çok yeni bir yorum oldu bu). Dağ tepe ev dolmuş (bu da.). O dağlarda tepelerde yazlık edinip ne yapıyorlar insanlar? Nereden denize giriyorlar? Bir gece hala kendimi üniversite yıllarında sandığım için sabah kamyon çarpmış gibi uyandım. Körfez'ler Adamik'ler tamam iyi hoş da bu da kafa beyin Ayşe Hanım. Smirnoff North da shot yapılmaması gereken bir içki. Çok içilen gecelerin sabahının iki olmazsa olmazı apranax fort ve yağlı yemek yeme isteği, mümkün olan en harika sofrada birleşti. Gidenlerin anlata anlata bitiremediği Kısmet Lokantası çoğu kişi için ideal sabah kahvaltısı mekanı olmayabilir ama siz bir de bana sorun. Nohutlu bamya, taze fasulye, yaprak sarma, pilav, yoğurt (ah o yoğurt!) ve karışık ot tabağı. Güne daha güzel başlangıç mı olur! Ne akşamdan kalmalık kaldı ne de mide kazınması. Küçük mavi hap da dikkatten kaçmasın elbette. Ben onu oraya koyarak fotoğraf karesinden çıkardığımı sanmıştım. İnatla sofranın önemli bir ferdi olduğunu ilan etmiş, saygı duyuyorum.


Konacık'ta bulunan Kısmet Lokantası şöyle bir bahsedip geçebileceğim bir yer değil. Her tabak ayrı bir şölendi diyebilirim. Oldukça sadece döşenmiş bir mekan. Bildiğimiz esnaf lokantası. Dışarıdan bakınca size içinde barındırdıkları ile ilgili hiçbir tüyo vermiyor. Benim başıma geldiği gibi ya birileri kolunuzdan tutup "Ben senin hakkından gelecek yeri biliyorum" diyecek ya da methini duyup gideceksiniz. Geçerken fark etmeniz pek mümkün değil. Siz aklınızın bir köşesine yazın. "Yok artık tatilde bamya mı yiyeceğim!" demeyin, gidin. Kısmet sadece öğlenleri açık, 3'ten sonra servis bitiyor. Bizim Kısmet'teki ev yemeği kahvaltımız da o saatlerde sona erdi.


Bodrum'un bir diğer lezzet keşfi de Gemibaşı'ydı. Hem marinanın göbeğinde olması sebebiyle sizi uzun yollar kat etmekten kurtarıyor, hem de şahane balığınızı yiyorsunuz. Önceden yer ayırtın, terasta oturun.
*


Bunların dışında Bodrum Bodrum'du. Beyaz, güzel, galiba itiraf etmek gerekiyor ki artık bizden biraz genç. Deniz çok güzel, sokaklar çok güzel (hayret verici şekilde çok kalabalık değildi). Bodrum bu seneki tatilin en fena dağıtılan yeriydi. Sanırım olacağı da buydu :)


Bir de Kangroove'un her yerde karşımıza çıkma konusu var. Bodrum'da gece gittiğimiz yerde tesadüfen onlar çıkıyormuş, ertesi gün Çeşme'ye geçtik yine onlar! Biz de kendimizi çok geziyor sanıyorduk :)

16 Ağustos 2010

Tatil. Ünite 2: Selimiye

Tatilin ikinci durağı Selimiye idi. Buraya Bozburun'dan geçtiğimiz ve bu iki kasabanın arası sadece 7 km olduğu için hiç yorulmadan yeni otele yerleştik. Bu farklı yerlerde bir iki gece konaklanan tatil yöntemi vaad ettiği tüm heyecana rağmen sürekli olarak bavuldan giyinmek, hiçbir şeyi askıya asamamak (haliyle buruşukluk problemi) ve günün bir kısmını seyahat ederek geçirmek zorunda olmak (ben uzun süredir araba yolculuğu yapmayı özlüyordum, o yüzden benim için çok zevkli oldu ama yine de çok kıymetli tatilde zaman kaybediyormuş gibi hissettirebilir insana) gibi yönleriyle zaman zaman zorlayıcı olabiliyor. Yine de sınırlı zamana çok şey sığdırmak ve dolu dolu tatil yapmak için bu "gezelim de gezelim" modeli en uygunu.







Selimiye Bozburun'a göre daha yerleşik bir görüntü veriyor. Yine de sakinlik ve huzur klasmanında kapışırlar. (Bozburun kazanır.) Selimiye'yi Gümüşlük'e benzetenler olduğunu okumuştum, bana burası Gümüşlük'ten daha hoş geldi. Konaklama seçeneği oldukça fazla, herkes kendine göre bir yer bulabilir. Deniz çok güzel. Aynı Bozburun denizi gibi, etrafının çevrili olması sebebiyle durgun ve pırıl pırıl. Tak deniz gözlüğünü, bütün gün suyun dibindeki balıklara bak. (Ben bu tatilde azmedip şnorkelle bile çalışmalar yaptım ama yüzüme oturan deniz gözlüğü bulmak ne kadar zor bir şeymiş, onu da öğrenmiş oldum. Su kaçırmasın, buğulanmasın bilmem ne uğraşırken tatil bitti!)

*

Selimiye de aynı Bozburun gibi oldukça uğrak bir mavi yolculuk durağı. Çok sayıda tekne var hem iskelelere bağlı, hem de açıklarda. Denizi görünce sebebini zaten biliyor insan. Bizi şaşırtan şeylerden biri bitki örtüsü oldu. Civarda dağlar tepeler oldukça çorak. Oysa ki daha birkaç kilometre ötede Marmaris'te her taraf yemyeşildi. Bozburun ismi de buradan geliyor olsa gerek.



Bu tatilde kitabım ne zamandır dört gözle beklediğim Kitap İçin 2 oldu. Selçuk Altun'un Cumhuriyet Kitap'taki yazılarından derleme bu kitap yine insana elinde ne değerli bir şey tuttuğunu fısıldıyor. Selçuk Altun'a, ağzından çıkacakları dinlemek ve kitaplarından faydalanmak karşılığında, tek kuruş talep etmeden yıllarca yardımcılık yapabilirim. Her nasıl ki her birimiz bir "Personal Jesus" seçecek olsak, benim için o kişi tartışmasız babam olurdu; aynı şekilde bir "Şahsi Kutsal Kitap" seçilecek olsa, o da benim için Kitap İçin ve Kitap İçin 2 olacaktı. Aforizmalar, alıntılar, Selçuk Altun'un özenle seçilmiş kelimeleri, kişisel kitap maceraları ve tavsiyeleri arasında insan büyüleniyor. Aynı 2006'da ilk kitapta olduğu gibi. Selçuk Altun'un Cumhuriyet Kitap'taki köşesini takip ediyor olsanız da, bu hazineyi toparlanmış halde bir arada elinizde tutmak paha biçilemez. Kitap İçin 2, aynı Kitap İçin gibi, içimde sürekli içindekileri not almak isteyen, "şunu okuyayım, şunu takip edeyim" diyen sesler oluşturdu, bendeki bir türlü yatışmayan "Yapılacak ne kadar çok şey var! Bunlara nasıl yetişeceğiz?" huzursuzluğunu biraz daha körükledi. Kitabın kötü tarafı şu: İçindekiler, yanınızdakilere sürekli okumak isteyeceğiniz türden, o yüzden bir türlü susamıyorsunuz. Gerçi her şey öyle entersan ki, kimse halinden şikayetçi olmuyor. Selçuk Altun'dan bir roman okumayı ne kadar özlediğimi hatırlattı Kitap İçin 2.



Veee tüm gün otelin iskelesinde gazete-kitap-uzun deniz seansları yaptıktan sonra çok acıkmış halde, Sardunya'ya gitmek üzere sahil yürüyüşüne başladık. Selimiye'nin sahil şeridi çok şirin. Küçük cafeler, balık restoranları ve butiklerle dolu. Yolun diğer tarafı ise en görkemlisinden, mini minisine teknelere ev sahipliği yapıyor. Bazı tekneler insanı hayallere sürüklüyor. Binsen birine, hiç karaya ayak basmadan öylece yaşasan olur. Teknelerin butiklerin arasından geçen şirin arnavut kaldırımında yürürken bu tatil en sık kuracağımız cümlenin "Burda daha uzun kalınırmış aslında" olduğunu da idrak ediyoruz. Sardunya yemek için iyi bir tercihti, özellikle balığa bayıldık. Önünde bağlanmış teknelere bile yemek servisi yapılıyordu. Fırın helva ile geceyi kapattık. Sabaha Selimiye'de rüzgar çıkmıştı. Sanki aslında ayrılmayacakmışız da kararımızı değiştiren rüzgar olmuş gibi "E hadi bak bozdu burası, Bodrum'a geçelim bari" dedik, öyle yaptık. Kalbimizin bir kısmını Bozburun ve Selimiye'de bıraktık.

13 Ağustos 2010

Tatil. Ünite 1: Bozburun

Çok çok çok uzun bir ara verdiğimin farkındayım. Sanırım bu, blogu açtığımdan beri en uzun ara oldu. Önce ben tatile gittim, sonra arkadaşlarım Çandarlı'ya geldi. Nevra hala burada. Sürekli koşturmaktan bir türlü yazmaya fırsat olmadı. Koşturmak da tahmin ettiğiniz üzere atom çekirdeğini parçalama koşturmacası değil ama burada zaman nasıl geçiyor anlamıyorum. Tonlarca 50 faktörlü koruma kremine rağmen ten rengim saç rengime benzedi. Bu seneki "Çandarlı dışı" tatil, en hareketli yaz tatillerimizden biri oldu. Bir sürü yere uğradık, yeni yerler gördük, her zamanki gibi güzel yemekler yedik. Anlatmazsam unutmaktan korkuyorum, o yüzden hemen başlıyorum! Rotamız Bozburun-Selimiye-Bodrum-Çeşme-Karaburun-Çandarlı idi. Bozburun ilk durak.
*



Bozburun Marmaris'e 60 km kadar mesafede. Önce Marmaris'e ulaşıp oradan Selimiye-Bozburun tarafına sapıyorsunuz. Marmaris'e inen yol çok virajlı ama yine de o kadar şahane bir manzara eşliğinde yolculuk yapıyorsunuz ki, yeşilden maviden viraj korkunçluğunu yitiriyor. Okaliptüs ağaçlarına vardığınız zaman (onlar okaliptüsmüş ben bu sene öğrendim) Marmaris'e yaklaştığınızı anlıyorsunuz.
*
Bozburun sanki deniz kıyısı boyunca çekilmiş bir bant gibi. Ufacık tefecik ama çok derli toplu, çok şirin. Boydan boya gezmek 10 dakikanızı alıyor. Zamanın ilerlemediği hissiyatı veren bir yer. Deniz çok güzel. Konaklamak için sadece birkaç seçenek var. Sabrina's Haus buradaki en lüks otel. 275 euro oda fiyatı veriyorlar ve tek gecelik rezervasyon yapmıyorlar bile. Biz Dolphin'de kaldık. En üstteki fotoğraf otel odasının balkonundaki şezlongtan çekildi. Aslına bakarsanız bir hafta o şezlongun üzerinde zaman geçirilebilir. Oteli de kesinlikle tavsiye ederim. Sahipleri de çok sıcak insanlardı.
*
Bozburun'a gitmeden önce, bir günden fazlasının buraya çok geleceğini düşünmüştük, o yüzden bir gece kaldık. Hakikaten gezelim görelim tatil tipiyseniz, burada yapılacak fazla bir şey yok ama denizin keyfini çıkartmak, kafa dinlemek isteyenler rahatlıkla birkaç gün kalabilir. Bozburun mavi yolculuk durağı olarak da çok tercih ediliyor o yüzden açıklar hep tekne dolu. Bu denizin güzelliğini etkilemiyor, içiniz rahat olabilir. Pırıl pırıl bir deniz ve mutlak huzur Bozburun'un vaatleri. Bülent Ortaçgil de 20 senedir burada yaşıyormuş.
-
Yemek için sizin de önerilerinizi almıştım. Biraz da yazılanları okuduktan sonra düşünmeden Orfoz'a rezervasyon yaptırdık. Bir şube de Bodrum da var. Hatta oldukça komik şekilde Bodrum'da Vedat Milor'un anlattığı ve gitmeyi planladığımız Orfoz'un aslında burası ile aynı olduğunu, orayı Bozburun şubesi sahiplerinin çocuklarının işlettiğini öğrendik. Bodrum'da iyi yemek adına çok daha fazla seçenek olduğu için Orfoz tercihimizi Bozburun'dakinden yana kullandık.
*
Orfoz'a sadece deniz yolu ile gidilebiliyor. -Aslında mekana ulaşmanızı sağlayan 10-15 dakikalık bir patika yol varmış ama dönüş için pek akıllıca olmaz.- Restoranı arayıp rezervasyon yaptırdığınızda zaten belirtiyorlar, saati haber veriyorsunuz, neredeyseniz gelip sizi joker botla alıyorlar. Böyle anlatınca gözünüzde çok lüks bir manzara canlanmasın. Oldukça salaş restoranı karı koca işletiyor, yemek hazırlama ile Selçuk Bey, siparişlerle Güneş Hanım ilgileniyor, ikisi dışında restoranda sadece birkaç çalışan var ama yemek için bu mütevazı şeyleri söyleyemeyeceğim. Yediğimiz her şey ayrı ayrı sanat eseriydi.


Tepeleme domatesten alttaki yeşile varmak için mesai harcadığınız -benim için kutsal bir görev olduğunu tahmin edersiniz- salata ile başlayıp, ayıp olmasa suyuna ekmek batırarak geceyi sonlandırabilecek kadar beğendiğim fırında midye, civarın haklı gururu ahtapot ızgara, methini çok duyup da "Közlenmiş patlıcanla ilgili ne bu kadar enteresan olabilir?" diye düşündüğümüze bizi pişman eden, elimizden gelse sapını da yiyebileceğimiz altta görebileceğiniz bomba ike devam ettik; sonra da balık olarak mekanın adını taşıyan lokum gibi orfoz ile senfoniyi tamamladık. Özellikle bomba çok akılda kalıcıydı. Aynı fotoğraftaki gibi, bütün bir patlıcan masaya geliyor. İçindeki sarımsak, limon, zeytinyağı kıvamı mükemmel. Oturup kaşık kaşık yersiniz, biz öyle yaptık.

Bana kalırsa Bozburun, ağzımızı açık bırakacak güzellikte bir doğa harikası olmasaydı da, sadece Orfoz'da yemek için bile ziyaret edilebilecek bir yer olacaktı. Belki de bir gece kalmak tadını fazlasıyla damağımızda bıraktı. İlk defa gördüğüm Bozburun'da daha uzunca süre kalabilirmişim, ama neyse ki sonraki durak Selimiye, hemen aklımızı başımızdan aldı, bize Bozburun'u özletmedi. Bir sonraki yazı Selimiye hakkında..