27 Şubat 2007

Küçük altın adamcıklar

79.uncu akademi ödül töreni bu sene tahmin ettiğim gibi fazla gürültü patırtı çıkarmadan sona erdi. Ellen DeGeneres'in sunuculuğunda yapılması olayı biraz kurtarıyor olsa da, sanki geçen yıllardaki görkem yoktu, belki de filmler nedeniyle bu böyleydi.


Helen Mirren'ın neredeyse tüm otoritelerin hem fikir olduğu üzre en iyi kadın oyuncu oskarını alması beni hiç mi hiç şaşırtmamış olsa da, Volver'e duyduğum aşk yüzünden Penelope Cruz'un ya da adaylıktan bezmiş olan Kate Winslet'ın almasını isterdi kalbim. Little Children ve Volver bu sene en çok beğendiğim filmler arasında zira. (Zira demek çok zevkli)


Little Miss Sunshine'ı henüz izmemiş olmanın ezikliğiyle bu konuyu hiç açmıyorum. En iyi orjinal senaryo ödülünü havadan vermezler adama, hemen seyredilecek. En iyi yardımcı kadın oyuncu oskarını alan Jennifer Hudson kişisini ise tanımıyorum, DreamGirls'e gitmeyi oskara rağmen düşünmüyorum. İçinde Eddie Murphy var, Beyonce var, bu ne biçim film diyesim geliyor ki daha önce belirtmiştim, müzikal delisi bir insanım, yine de çekici gelmiyor. Beyonce şarkı söylesin sadece. Austin Powers gibi filmlere de renk katabilir arada, nasıl olsa onları da seyretmiyorum.

Yıllardır bir türlü adam yerine koymadığım Leonardo DiCaprio bu sene 2 tane harika filmde(Blood Diamond, The Departed) döktürünce artık kafamda başka bir yere gelmeyi nihayet başardı (Fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış). 1974 doğumlu olması da zaten yavaş yavaş ciddiye alınan aktörler arasına girmek konusunda hafiften acele etmesi gerektiğinin altını çiziyor sanki. Gisele bu adamın önünü mu tıkıyormuş nedir? Sarı kafa yaydan fırladı resmen.. Biraz daha bekle Leo, güzel günler gelecek. Martin abinin elini bırakma.
Babil'in tam anlamıyla avcunu yalayıp da resmen amorti olarak tamamen Gustavo Santaolalla sayesinde (ki muhteşem bir insandır kendisi, Motorsiklet Günlüğü, 21 Gram, Paramparça Aşklar Köpekler, Brokeback Mountain soundtracklerine sahip değilseniz, mutlaka edinin) en iyi orjinal müzik ödülünü alması ise bence büyük sürpriz değildir. Nerede Paramparça Aşklar Köpekler nerede Babil diye sorarım İnarritu beye buradan.. Film pek tabii ki genel ortalamanın üzerinde olsa da "nabza göre şerbet" deyişimize cuk diye oturuyor gibi gelmişti bana.

Ve gelelim bu seneye damgasını vuran olaya. Martin Scorsese sizi seviyorum.. Bir çok kişinin aksine de artık ayıp oldu, alsın şu adam oskarı diye oskar verildiğine inanmıyorum. Gidin açın bakın filmografisini, ne yapsın adam artık, amuda mı kalkıp film çeksin? Ki ödülü Spielberg, Copolla ve Lucas üçlüsünden -ki Hollywood ne demek ki aslında bundan başka- alması ise akademinin uzun süredir kendisine ayıp ettiğinin apaçık itirafıydı.

The Departed eleştirilen son sahnelerine rağmen bu sene benim en sevdiğim ve en yüksek doyumla seyrettiğim filmlerden oldu. En azından en iyi film dalındaki adaylar arasında pırıl pırıl parlıyordu. 4 tane baba gibi ödülü kaptı film. Bu sene Scorsese'nin yılı oldu, çok iyi oldu, Jack Nicholson'la kucaklaşırlarken vallahi duygulandım ben. Söylemiş miydim, Martin amca sizi seviyorum..


Ahkam kesmemizin stil kısmına gelirsek ise; bence açık ara Nicole Kidman stil oskarını kapıyor. Bir insan bu kadar mı güzel, bu kadar mı zarif olur, bir de üstüne yetenekli olur, sesi güzel olur, Keith Urban kişisini pek tanımam ama yıllarca Tom Cruise'la evli olur, Moulin Rouge'da Satin olur, Kubrick'le film çeker.. Kırmızı bir Balenciaga bir kadının üzerinde bu kadar mı güzel durur? Bravo Nicole, sen bu işi biliyorsun.. Kıyafete işin bitince bana yollasana, ne güzel olur.


Oskar gecesinin en güzel görüntülerinden oluşan bir video hazırlanmış . Buyrun.


Ya işte böyle sevgili okuyucu; bir oskar törenini daha arkamızda bırakıyoruz, 79uncu ödül törenini seslendirme yapmadan vermeyi en nihayetinde akıl etmiş cnbc-e'ye buradan teşekkür ediyoruz, bir sonraki sene tekrar buradan seslenmek üzere hoşçakalın diyoruz.


Ya ne güzel olmuş şu Nicole Kidman, hayret bişey..

23 Şubat 2007

Uzaylı yiyecekler ve tatlı krizi

Gitgide yemekten başka bir şey düşünmeyen bir insana dönüşen Ayşe'den son notlar..

Uzaylı yiyecekler:

1. Şu yukarıdaki şeyi ben İtalya'da marketlerde görürdüm, ama cesaret edememiştim hiç alıp denemeye. Zaten şey diye hitap etmemden belli olacak şekilde ne olduğunu da bilmiyordum. Marul mudur lahana mıdır? Bizim mutfağa ulaşmış bu yeşil top, o zaman bakmak gerekti bundan ne yapılır, ve her şeyden önce bu nedir diye. Araştırmalar sonucu bunun "Savoy Cabbage" olarak bilinen bir lahana cinsi olduğunu öğrendim ama ne yapılabileceğine dair hala hiç bir fikrimiz yok.. Ben küçük bir kısmından şu KFC'de bayılarak yediğim coleslaw dan yapmaya çalıştım ama iğrenç bi şey oldu, normal lahanayla da denemiştim zaten önceden, o da iğrenç olmuştu. Bir daha da denemiycem.. Bu ilginç lahanayla ne yapılır sevgili blogger ahalisi?

2. Bir başka uzaylı yiyeceği ise şu yukarıdaki. Adını bilmiyorum. Tadı da bi ilginç ama güzel. Turuncu ve dikenli meyveyi kesince salatalıkımsı bir şeyler çıkıyor içinden. Görüntüsü güzel.. Daha neler göreceğiz acaba diye düşünüyor insan..

3. 40 cmlik salatalık. Neden gerek duymuşlar böyle olanını yapmaya, normal salatalıklar neyimize yetmiyordu diye düşünsem de garip şeylere olan ilgim daha ağır basıyor. İçinden öcü filan da çıkmadı, bildiğimiz salatalık işte.
Bir hafta içinde üstüste bu kadar çok garip şey gördükten sonra küp şekilli karpuzları süpermarketlerde görmeye fazla zaman kalmadığını düşündüm.. Hepsini yemek zorunda değiliz, çeşit çeşit meyve sebze görmeyi çok seviyorum. Hatta İtalya'ya taşındığım ilk zamanlar hobi olarak süpermarket geziyordum, sonra alıştım avcumdan büyük mantarlar görmeye, küp karpuza da alışır mıyız? Brokoli kaç senedir var ki? Alışıyoruz hemen..

Arzu Nesneleri:

Yemek merakım ortada ama hiçbir zaman tatlıya çok düşkün biri olma(mış)dım. Tek avantajım da bu diye düşünüyordum. Tamam çok yiyorum ama kırk yılda bir tatlı yediğim için kilo almıyorum.. Sanıyordum.. Galiba ben artık tatlı da seviyorum.. Bir bu eksikti işte!

Şu üstteki bir sanat eseri değilse nedir?

Şuale : Bunların benzerinden geçenlerde yemiştim, bayılmıştım. Profiterol toplarını düşünün ama üzerinde çikolatası olmadan.. Nasıl yapılır diye aradım, buldum.. Daha önce tatlı, kek vesaire yapmadığım için annemin "Ayşe hayret bişeysin yaaa!" sesleriyle çok zor şartlarda çalışarak tatlıyı yapmayı başardım. Anneme 500 kere soru sordum, o da benden bezdi galiba, benden daha çok istiyor işe girmemi :)

Bir hamurun içine yumurtaları aynı anda kırmak mı mantıklı, tek tek 4 yumurtayı kırmak mı ; biri bana söylesin! Akıl var mantık var yani.. :) Ufak hatalara rağmen ilk sefer için hiç de fena olmadı.. Sevgili arkadaşım Ayşegül de yapımına yardım etti. Hamurun adı "şu hamuru" imiş. Ayşegülcüm biraz bu konuyla boğuştu tarifi okurken..

Hazırladığınız şu hamurunu.. Ne yazmış adamlar yaa? diye eğlenerek hazırladık. Ben topların normal profiterol topundan çok daha büyük olmasını istedim, hamburgerden az küçük oldular, ye ye bitmiyor! Fırından çıkınca içine hazırladığımız kremayı doldurduk bol bol, üzerlerine pudra şekeri serptik, kremanın üzerine de çilek koyunca rüya gibi oldu. Ben de yakında bu kilodaki halimi anca rüyalarımda görürüm gibi geliyor bu gidişle.. Yazdım yazdım canım istiyor şimdi gecenin yarısı.. Hiç olacak iş değil..

Yemek diyince çeneme hakim olamıyorum anlaşılan.. Bu kısma ulaşanları tebrik ediyorum...

Haftasonu kendinize iyilik yapıp çok lezzetli bir şeyler yiyin.. :)

Şimdiden güzel haftasonları herkese...

20 Şubat 2007

edit *** kim puding sevmez ki?:) (hata bulma postu)

Veee yediğiniz, yaptığınız, gördüğünüz tüm yemekleri unutun!!!

Bakın ben ne buldum.

Kakaolu değil kakaoğlu puding! :)

"En sağlam midelere yemekler" kitabından değil, baskısı da haddinden fazla pratik yapılmış

"pratik yemekler" kitabından..

Denemek isteyen denesin :)
*-*-*-*-*-*-*-*
Bizi yeme Yüksek Sadakat !
Dinleyiniz : Pek tabii ki "Belki üstümüzden bir kuş geçer" diye devam etmiyor
Cinerama'nın Careless'ı...

18 Şubat 2007

Pazartesi Sendromuna Son!

Çoook zevkli bir oyun buldum. Adı Guess-the-Google. Kısaca şöyle: Google'da sanki resimler kategorisinde arama yapılmış ve siz de aramanın hangi kelimeyle yapıldığını tahmin etmeye çalışıyorsunuz. Kelimeler genelde "hate" "peace" gibi basit sözcükler. Her kelime için 20 tane küçük resim görüyorsunuz ve kelimeyi bulmak için 20 saniyeniz var, istediğiniz kadar tahmin yapabiliyorsunuz. Toplam 10 soru var. İnanılmaz eğlenceli bir şey. Belli bir süre sonra aynı kelimelere de denk gelebiliyorsunuz, ama çok sık olmuyor bu :) Son 2- 3 gündür aklıma geldikçe açıp oynuyordum, sonunda biraz önce ilk 10 listesine girmeyi başardım!!! Oleyyy! O anı da hemen ölümsüzleştirdim. Çünkü liste devamlı yenileniyor ve belki birkaç dakikaya ben yerimden edilmiş olabilirim :(

Şimdi siz henüz oyunu oynamadan, bu kız herhalde delirmiş diye düşünüyor olabilirsiniz ama sadece bir kaç kez oynadıktan sonra beni anlayacaksınız, biliyorum. Şiddetle tavsiye ediyorum. "İşimden gücümden geri kalıyorum yahu, bu ne biçim şey!" derseniz de şikayetleri hiiiç kabul etmiyorum. İyi eğlenceler..
Tıklayın ve google'da bilinmedik resim bırakmayın! :) Pazartesi sendromuna bire bir diye düşünüyorum, bana ne oluyorsa..
Ayse's World'de okuyucalara hizmette sınır yok sayın seyirciler :)
Buyrun:
Guess-the-Google!!!

13 Şubat 2007

VıDı VıDı "Valentines Day"

Sevebilmek sadece insanlara has bile değil. Hayvanlar seviyor, bitkiler seviyor, hatta bana kalırsa bazı eşyalar bile bazı mekanları daha çok seviyor. Öyleyse kutlanacak ne var? Nefes almayı kutluyor muyuz? Bu da öyle bir şey işte. Daha önce hiç merak etmemiştim, biraz önce girip baktım da tam bir hikayesi bile yok Sevgililer Günü'nün. Buyrun. Hatta büyük kısmı efsane olduğu düşünülen olay Roma Katolik Kilisesi'nde başlıyor. Bize ne oluyor yani özetle?? :)

Gidip dışarıda normalde yiyebileceğiniz fiyatın 5 katına yemek yiyip, normal fiyatının 5 katına kırmızı güller alıp, odada yatağın üzerinde durmak suretiyle odaya acayip çiğ bir görüntü kazandıracak kırmızı yastıkları paketletip matah bir şey yapıyormuş gibi hissetmek ilginç olsa gerek.

Sevgililer Günü'ne hemcinslerim kadar ilgi ve şefkatle yaklaşan herhangi bir erkek tanımadım. Aklı başında adamlar (aklı başındalık göreceli tabii) sevgilisinin vıdıvıdısını çekmemek için ya da adet yerini bulsun diye yapıyor bir şeyler.. Kızlar da gidip sevgililerine ayıcık alıp adamın onu görüp "Ayyyy ne şeker, senden şeker olmasın.." gibi şeyler söylemesini bekliyor.
Sevgililer Günü, aptal kadınlar için sevgilisine "Ya Mehmeeet sen benle hiç ilgilenmiyosuuuun, sen beni hiç sevmiyosuuun" diyebilmesinin yasallaştırılmış hali. Adam kırmızı kalpli bir zerzevat eklenmemiş bir hediye almamışsa, asli görevlerinden birini fiyaskoyla sonlandırdığı için tüm zılgıtı hak ediyor. Şşşt kızlar, o adam onları içinden gelerek yapmıyor, içinen gelse 3 gün önce yapar, şimdi değil!!! Sevgilisi bu kutsal günde hediye almadı diye bozuk atan bir erkek varlık var mıdır? Yoktur. Di mi?

Mektubuma burada son verirken, karşıma hep doğru düzgün adamlar çıkmasında büyük payı olan şansıma ve beni 14 Şubat karmaşından uzak, güzel bir tiyatroya götürecek olan beyefendiye teşekkür ederim..

11 Şubat 2007

Girls Night Out


Ortaokuldan beri çok çok yakın olduğumuz arkadaşım Başak, iş kadını olmak üzere taşındığı İstanbul'dan, bu haftasonu yanımıza geldi. Böylece 4lü kare as kız grubumuz tamamlanmış oldu. Cuma akşamdan pazar Başak gidene kadar evcilik oynar gibi dip dibe bir haftasonu geçirdik, çok eğlendik. İnsanlar artık çalışmak için İstanbul'a taşınmasınlar, en azından Başak taşınmasın, geri gelsin.
Ritüeldi bizim için 4 kız Quick China yemekleri.. Başak gelince de eski günlerin anısına hemen soluğu orada aldık. Oldukça ilginç bir olay oldu: Akıllı sarışın arkadaşım Nevra, taaa Perşembe'den rezervasyonumuzu yaptırıyor diye ben onunla dalga geçerken, bir de öğrendim ki restoranın güzel kısmındaki son masayı da biz kapmışız. Vay be sayın seyirciler, Ankara'da neler oluyor! Çok kıymetli masamıza yerleşince favorilerim Kyoto California Roll ve Ika Tempura Maki istedim. Sipariş verirken de hep gülüyorum bunları telafuz ederken:)
Yemeğe giderken yolda bir yerlerden Martini, şarap, cips, zeytin, kaşar, kaju fıstık(süper süper!) alışımızdan gecenin akıbeti az çok belli oldu.. Suşilerimizi yedik, şarabımızı içtik, fortune cookielerimizi yedik, yasemin çayımızı içtik ve gecenin Martini'li olan b kısmına geçmek için eve geldik. Şarap bardağında Martinilerimizi içtik, bol bol zeytin yedik, ve güldük...
Birbirimizden siyahla beyaz kadar farklıyız dördümüz de.. Nasıl bu kadar iyi arkadaşız 10 küsür yıldır, nasıl bu kadar iyi anlaşıyoruz, nasıl hep gülüyoruz bilmiyorum. Arkadaşlar ne çok lazım, ne kadar hiç kimse yerini tutamıyor onların. Başak evine geri dön, americano'ya dördüncü lazım.

9 Şubat 2007

mi mancherai

Haftasonu bir yerlere kaçamayanlar için Ayşe'nin eski gezi defterinden: Verona..
23 ocak 2006. Christmas tatili yeni bitmişti, Türkiye'den zar zor geri dönmüştüm İtalya'ya. 21 Ocak şimdi askerde olan Kaan'ın doğumgünüydü. Cenk, ben , Kaan, sınıftaki 3 türk, o haftasonu günübirlik bir yerlere gidelim dedik. Aslında sadece 3ümüzün birlikte bir şeyler yaptığı çok nadirdi. Birbirimizden çok farklıydık ama ortak noktamız yeterliydi. Trene atladık gittik Verona'ya. İner inmez bir cafeye attık kendimizi. Bana şu şirin kalpli cappuccino geldi. Daha Verona'ya iner inmez öğle yemeğini nerede yesek diye düşünmeye başlamıştık. Kaan'ın hiç şaşmayan yöntemi olan herhangi bir tabacchi'ye (İtalya'da sigara, bilet gibi satan ayrı yerler var, onların adı tabacchi ; marketlerde bulunmuyor ) girip oradaki adama "Amca buranın şöyle yerel insanların gittiği, turistik olmayan güzel bir restoranı var mıdır?" yöntemi ile her zamanki gibi güzel bir restorana yönlendirildik. Zaten sabah gittiğimiz ve akşam döneceğimiz Verona'da 3 saatimizi öğle yemeği yiyerek geçirdik. Sadece prosciutto, peynir ve ekmek çeşitleri ve şaraptan oluşan bir öğle yemeğiydi ama hala tadı damağımda. Yemek bitti, şehri yürüye yürüye dolaştık. Romeo ve Jülyet'in Jülyet(Giulietta)'inin evi Verona'da (yersen), onu gezdik. Sakin sessiz ama çok güzel bir şehir. Küçük bir colosseum var, "Arena di Verona" yandaki resimde görünüyor. O sırada şehirde şu an hatırlayamadığım bir organizasyon vardı, bu yüzden her yer süslüydü. Çok seviyorum şehirlerin bu halini. Verona kısa sürede gezip bitirilecek bir yer, biz de akşam yemeğinden önce şehrin tamamını gezdik. Tekrar trene binip şehrimiz Trieste'ye doğru yola çıktık. Verona-Trieste treni Venedik'e 1 dakika (gerçekten öyle) mesafedeki Mestre'de aktarma yapar.
Venedik-Trieste ise 2 saat sürer. Biz de Mestre'deyken birden bire akşam yemeğini de Venedik'te yemeye karar verdik. Kaan'ın doğum günü yemeğini Venedik'te yedik. Her öğünü başka yerde yemiş olduk. Sabah Trieste, öğlen Verona, akşam Venedik.. Tarihte Venedik'e yapılan en kısa gezi oldu sanırım. Trenden indik, restorana girdik ve çıkıp koşturarak son treni yakalayıp Trieste'ye döndük. Ben trende uyudum.. Özlüyorum trene binmeyi, çekip bir yerlere gitmeyi, ne yapayım özlüyorum işte. Geri git dersen de gidemem.
Güzel haftasonları herkese..

6 Şubat 2007

doll parts

Emiliana Torrini şahane bir kadın diye düşünüyorum. İlk duyduğumda Björk olduğunu sanmıştım. Aksanına bayılıyorum.



Önceden bahsetmiştim Turta'dan. Geçen pazar orada üniversite grubuyla brunch yaptık. Çok güzeldi her zamanki gibi. Herkes gelebildi, 12 kişiyi bulduk. Çok güldük, normal brunch zerzevatının yanında "muhammara" yedik, annem yapardı eskiden, ara ara yapmak lazım, unutulmuş bir tattı, hatırlamak güzel oldu. Bir ara 10 yıl önceden kalma bir dergi karıştırırken şu ahşap raf, komidin adı neyse artık ona rastladım, çok hoşuma gitti. Acaba yaptırılabilir mi böyle birşey?


Ankara'daki Mega Residence Otel'in içindeki Schnitzel Restaurant'ın senelerdir önünden geçmeme rağmen hiç yemeğe gitmemiştim. İstanbul'dan Elif'in gelmesi bahane oldu, geçenlerde gittik. Oldukça ağır bir yermiş, canlı klasik müzik yapılıyor, oradaki en zevzek grup bizdik, biraz daha üst yaşlara ve özel günlere uygun bir mekan olduğunu düşündüm. Yemeklere gelince : Birçok çeşit şinitzel var, benim etle hiç aram yoktur, ne tavukla ne de kırmızı etle ama adı "Schnitzel" olan bir yerdeyken de makarna yenmez; o yüzden seçimi burayı bilenlere bıraktım ve klasik "Viyana usulü Şinitzel" yedim. Kesinlikle küçük boy olmasını söylemek gerekiyor yoksa gazete sayfası boyutunda bir şinitzel geliyor. Şinitzel bahane, sufle şahane diyorum. Hayatımda yediğim en güzel sufleyi yedim..


Bir hışımla kar yağdı, sonra durdu. Evde camdan bakmak güzel.. Ana okulundayken bir şarkı öğrenmiştik. "Gelme kış geeelme, yağma kar yaaaağma" diye, duygularıma tam tercüman oluyor.

Kış bitsin. Hala diyorum.

4 Şubat 2007

Bitkisel hayat

Yemediğim bir bu kalmıştı sanırım, onu da yaptım. Çiçek yedim. Kulağa otlamak gibi geldiğini biliyorum. Demet diye bir şarkıcı vardı (sahi ne oldu ona?), onun Kınalı Bebek diye bir klibi vardı, orada da bir kız vardı, kırmızı bir gülü hoop ısırıveriyordu. O zamandan beri içimde kalmış ve bir gün mutlaka gerçekleştirmek istediğim bir şey filan değildi, ne münasebet hatta! Ama almışlar paketlemişler, üstüne de yenilebilir çiçek yazmışlar. Aklı fikri yerinde bir insanın yapacağı gibi "Neden yiyim yahu çiçek?" diye düşünmüyor benim beyni yerine midesi tarafından yönetilen vücüdum. "Madem ki yenilebiliyor, neden yemeyecekmişim?" diyor. Çiçekli salata yaptım, yedim. Artık evdeki saksılara farklı gözle bakıyorum, biliyorum normal değil..



Oysa ki daha 2 hafta önce Kanyon'daki Sosa'da(ki pek beğenmedim) herhangi bir bitki çayı sipariş ettiğimi düşünürken karşıma çıkan şu heybetli fincan beni kahkahalara boğmuş, sanki anasının karnından bunları içerek doğmuş garson beyin tuhaf bakışlarına maruz kalmama sebep olmuştu. Neresinden içeceğim ben bunu diye düşünürken, fincana doğru eğilip gözünüze veya burnunuza herhangi bir bitki dalcığının girmesi de an meselesi. "Bari bir kap isteyelim de içindekilerin bir kısmını oraya çıkaralım" diye düşünmeye bile izniniz yok, garson bey ""Ben çıkarıp geliyim isterseniz" diyor "Aaa gerçekten de bunu yapacak mısın?" bakışlarıyla. Biz oldukça eğlenerek içtik kaşımızı gözümüzü yarmadan ama bir daha içmeyi denemem aynı çayı, adını da hatırlamıyorum işin kötüsü. "Detoks" olmaya çalışırken kör olmanın ne manası var! Yerim afiyetle çiçeklerimi, kurtulurum!

1 Şubat 2007

Aklım yerinde değil hiiiiç

Efendim şu "kendiniz hakkında bilinmeyen 5 şeyi blogger ahalisine duyurma" hadisesi bana da ulaştı İbeking hanımefendi sayesinde. Çenemin düşüklüğü malum; hakkımda bilmediğiniz şey kalmış mıdır diye düşündüm birazcık. Buldum bir kaç zımbırtı. Çok kayda değer noktalar değil, ama benim de özel hayatım var, çekmeyin dedim kardeşim!

1. Tersliğim doğuştan

Dünyaya gelmem sırasında bile çeşitli sorunlara sebep olmuşum. Normal bir bebeğin doğarken alması gereken pozisyonun -ki bu kafanın önce çıkmasını gerektiren pozisyondur- tam tersi bir şekil alarak; kollarım "annecim ben geliyorumm!" dercesine önce doğru uzanmış ve açılmış halde çıkmaya çalışmışım. Uzun süre de çıkamamışım haliyle. Kesin o sırada da doktorları azarlamışımdır ben içimden ama tıp henüz el vermiyor, hatırlayamıyorum. Pozisyon yeterince problemli değilmiş gibi, hayatımın geri kalanı boyunca da her zaman en büyük önceliklerimden olacak beslenme konusunda 9 ay boyunca annemin karnında bana sınırsız faydası dokunan göbek kordonunu, dışarı çıkarsam aç kalma korkusu yüzünden olacak bırakmak istememişim ve kendisini kafama dolamışım. Doktorlar beynime bir türlü ulaşamayan oksijenin eksikliği yüzünden zekamda problem olabileceğini söylemişler. Öyle bir sorun olmadı, en azından şimdilik öyle görünüyor, eksik bir kaç tahta yok değil, idare ediyoruz. 4 yaşında okumayı öğrenmişim, o yüzden o yaşlardayken çok zeki olduğum konusunda da görüşler oluşmuştu ailede ama ama ilkokul 1de herkes bana yetişti. Konu kapandı :)

2. İngilere'de ne öğrendim: What is a piercing?

Lise1'in yazındayken, yıl 97 sanırım, ben 15 yaşındayım, beni İngiltere'ye gönderdiler dil okuluna. 3 hafta süreli bir yaz kampıydı. İngiltere'ye gitmeden önce bir dergide göbeğinde piercing olan birini görmüştüm. Bu benim hayatımda gördüğüm ilk piercingdi. Ağzım açık kalmıştı, bayılmıştım ve hemen ben de aynısından istiyordum. Ankara'da böyle bir şey ne görmüştüm ne de duymuştum. İngiltere'ye yüzde yüz bir piercing edinme niyetiyle gittim, başardım, geldim. Ben uçaktan inince annemle babam ufak çaplı bir kriz geçirdiler açık göbeğimde parlayan metal topları görünce. Annem "O hemen çıkıcak Ayşe, biz seni göbeğini deldir diye mi gönderdik etc" şeklinde uzun konuşmalar yaptı. Lakin piercingimi tüm ısrarlara rağmen çıkarmadım. Benim çocuğum olsa kafasını kırmıştım diye düşünüyorum şu an, ailemi tebrik ediyorum. İlk piercingli insanlardan biriyim galiba, yani belki de benim etrafımda. Ne kadar övünülecek bir şey tabi di mi? 10 yıl olmuş vay be! :) Resimdeki benim göbeğim değil:)

3. Çağla ve erik aşkı

Senenin en sevdiğim günleri erik ve çağlanın manavlarda yerini aldığı ilk gündür. Senenin ilk eriğini bana getiren, beni cam ayakkabının kime ait olduğunu bulan prensin olabileceği kadar mutlu eder, kalbimde yeri hep ayrı olur. Her sene ama her sene çağla yiyebildiğim ilk gün 1 kilo civarı yerim, sonra ölürüm karın ağrısından. Dilim üstü çağla tüyüyle kaplanmış gibi kaşınır. Ertesi gün yine yerim. Erik içinse resmen aşeriyorum. Geçen sene İtalya'da erik diye bir meyvadan haberleri olmadığını öğrendiğimde İtalya'ya sevgim azaldı. Her gün markete gidip adama tarif ettim, adam beni deli sandı. Sonunda bana Türkiye'den erik gönderdiler. Ev arkadaşlarımın "Bu kız bu ekşi şeyi nasıl yiyebiliyor" diyen şaşkın bakışları altında tuzlaya tuzlaya bütün eriği yedim, sonra yine karın ağrısından öldüm. Gülü seven dikenine katlanır. Olsa da yesem keşke. Bak nası canım istedi.

4. Paşabahçe fobim var

Bayılıyorum gidip bardak tabak bakmaya. Paşabahçe de hakikaten cennet. Her seferinde de deli gibi korkuyorum, kesin bir şeyler kırıcam diye. Pek sakar biri de değilimdir aslında, ama korkuyorum işte. Diyorum kendi kendime kırsan iki bardak ne olacak ödersin çıkarsın, tüm tabak takımını kıracak halin yok heralde. Ama beyin kabul etmiyor. Her Paşabahçe çıkışı derin bir oh çekiyorum. Madem bu kadar korkuyorsun girme di mi? Olmuyor işte.

5. Müzikallere tapıyorum.

Çoğu insanın "Bu ne şaçma şey, filmin ortasında durup dururken herkes birden şarkı söyleyip dans etmeye başlıyor" bakış açısını da şiddetle kınıyorum. ODTÜ'ye ilk girdiğim sene "The Company" müzikal topluluğuna girdim, makyaj ve kostümlerle ilgilenmek için. Backstage'de çalıştım. Elektrikten soundchecke kadar bir sürü şey öğrendim. Çok çok zevkliydi. Sonradan bıraktım ODTÜ'nün çimleri daha cazip geldiği için, eşek kafam. Gidip de Broadway'de bir müzikal seyredemezsem gözüm açık giderim, öyle söyliyim. Cats'e filan gitmeyi başarırsam da bağıra bağıra "Memory" söyliycem yerimden, oksijenim eksik derim, kime ne.
Tuğçe, Nuray, Cornelius topu size fırlattım. Haydi bakalım.