30 Ekim 2007

macun, donut ve kyle's mom is a bitch

Laptop'ımın ekranı yazdan beri çatlak. Evet şimdi bunun fotoğrafını çekeceğim. Çektim. Yazın arabanın bagajındayken kapak biraz sert kapanınca çatladığını düşünüyorum. Garanti kapsamında değilmiş ve neredeyse laptop'ın kendisi kadar bir paraya tamir ediliyormuş. Ben de yaptırmadım haliyle. Böylece kullanıyorum. Bazen dışarı civa sızıyordur gibi paranoyolar yapıp, sızan civa beni öldürecek diye korkuyorum. Bunu neden anlatıyorum? Çünkü sakınan göze çöp batar sözü doğruymuş. Ben tertipli, düzenli bir kız çocuğu olamadığım gibi, eşyalarına iyi bakan bir kız çocuğu da olamadım. Ne ayakkabılarıma, ne giysilerime, ne de kitaplarıma iyi bakamadım. Bazıları vardır hani bir kitap okurlar; kitap okunduktan sonra hala hiç dokunulmamış gibi kalır. Benim için bu mümkün değil. Kıvırırım, bükerim.. Ayakabılarımı ilk 2 hafta kutularında saklarım sonra sıkılıp, kutuları biryerlere fırlatırım. Tırnaklarım bozulmasın diye kutu kola açmayan biri de olamadım. Akıl etsem belki olabilirdim. Hep tırnaklarım bozulduktan sonra aklıma geldi..



Neyse efendim işte, ben bir tek bu laptop'a çok dikkat ettim hayatımda diyebilirim. İlla ki beyaz Vaio olsun diye başka bir laptop almayı aklımdan bile geçirmedim, aylarca Türkiye'ye gelsin de alayım diye bilgisayarsız durdum. Bembeyaz klavyeli, pırıl pırıl Vaio'ma asla hiçbir sahip olduğum eşyaya bakmadığım kadar iyi baktım. Sildim, temizledim. Beyaz ve çabuk kirleniyor diye, parmak izlerim kalmasın diye hep kenarlarından tuttum. Sonra ne oldu? Çat diye çatladı ekran. Hayatta bir şeyi çok sevmeyeceksiniz sayın seyirciler, sonra ortasından çatlayıveriyor. Yok yok metafor filan yok. Çatlamış halini de seviyorum Vaio, takma kafana. Sen dirayetle devam et çalışmaya Vaio, ben senin üzerine gül koklamam.


Bugün deyim yerindeyse yine çılgınlar gibi çalışılan bir iş gününün sonunda Ufuk ve Nevrayla buluştuk akşam. Yemek yedik, çay filan içtik. Big Chefs gerçekten huzurlu bir yer. Nevra işten ayrıldı bugün ama domuz gibi canım arkadaşım. Zaten pazartesi başka yerde başlayacak hemen. Saat 9'da pilim bitti. Ayşe sen ölmüşsün haberin yok diye söylendim kendi kendime. Ölmüş Ayşe'yi sevmiyoruz. Yorgun olmak çok sıkıcı. Mızırdak bir insan oldum çıktım. Bugün öğle yemeğinde masamda yoğurt çorbası ve etli yaprak sarma yedim. Bazıları yayla çorbası diyor buna, ben hep yoğurt çorbası derim. İnsan annesi ne derse öyle diyor galiba. Günün güzelliği, yakınlardaki ev yemekleri yapan yerin paket servis olarak çorba da getiriyor olmasıydı.


Dunkin' Donuts'ı Doruk sayesinde (ne çok D var burada!) keşfettim. Küçükken annemin asla yememe izin vermediği macunu, macun mahrumiyetiyle geçen çocukluğumun öcünü almak için olsa gerek, nerede bulsam sektirmeden alıveriyorum. O gün mahallemizin alışveriş merkezinde macuncu görünce hemen aldım, sonra da yanından 500 kere geçip de içine bakmadığım Dunkin' Donuts'la tanıştım. Uzun zamandır gördüğüm en şahane yiyecek bu sanırım, bakmaya doyamıyorum. Çektiğim donut fotoğraflarını hemencecik wallpaper yaptım. Çilek örtülü çok şahane. Tadı da fena değil işte :)



Yaşamın Kıyısında hakkında her yerde bir şey yazıyor. Ben çok sevdim. Çok seveceğimi bilerek gittim. O şarkıyı ise seveceğimi düşünmezdim, artık çok seviyorum. Sabah radyoda rastladım, çok mutlu oldum. Şevval Sam'ın ne güzel bir sesi varmış. Sanki tüy gibi.. Ezgi'nin Günlüğü'nün Çeyrek Elma'sındaki 1980 Sezen Aksu yorumu (bu ne biçim bir tamlama!) hakkında ise konuşmak istiyorum saatlerce ve saatlerce.. Zaten muhteşem şarkı, bana sorsalar kim söylesin istersin bunu Ezgi'nin Günlüğünden başka diye, Sezen Aksu derdim. Orijinal hali daha güzel ama Sezen Aksu işin içinde olunca duygulanma katsayısı mı artıyor acaba? Bu ne biçim bir şartlı refleks? Şarkı içimin derinin dibine dokunuyor ve bu pek sık olmuyor. Evet İclal hanım hoşgeldiniz ama size yer yok şu sıralar, kendimi Hugo'daki cadı Sila gibi hissediyorum çünkü :)


*
Hayır mutsuz değilim. Durgunum, nötralim. Ruh halimi anlatmayı beceremiyorum. Sanki herkes böyle bu aralar.. Yeterince sebebimiz de yok değil ki.



Media Player pek güzel shuffle etti ben bu yazıyı yazarken. O yüzden: Neler dinledik bu yazıyı yazarken iki nokta üstüste (ve blogger bu şekilde satır aralığı bırakmak istiorsa elimizden bir şey gelmez)


-Nouvelle Vague - I melt with you
-Kyle's Mom is a bitch (5 kere kadar)

-Moon River - Henry Mancini
-Tajabone - Todo Sobre mi Madre Soundtrack

-Kış Geliyor- Mor ve Ötesi
-Mi Mancherai - Josh Groban

-Remedios - Gabriella Ferri -Saturno Contro Soundtrack

-Prologue-Babushka - Everything is Illuminated Soundtrack

*

ama çok çok yazasım var bu aralar bu aralar benim.

şehrin havasının değiştiğini hissediyorum biliyor musun?

gerçekten.

biliyorum.

29 Ekim 2007

günün anlam ve önemiyle ilgili olamayan yazı

29 Ekim küçüklüğümden beri en sevdiğim bayramlardan biri oldu. 23 Nisan'ın coşkusu çocuk olarak beni hep daha çok cezbetse de, gerçekten bir çocuk olarak sahiplendiğim bir gün olsa da, 29 Ekim'in, Cumhuriyet Bayramı'nın ardındaki görkemli kahramanlık hikayelerine hep hayranlık duydum, beni hep heyecanlandırdı. Hala onurlu tarihimizle ilgili detayları okumaktan, yeni şeyler öğrenmekten, ilkokuldan beri anlatılan efsanevi hikayeleri dinlemekten müthiş zevk alıyorum. 29 Ekim beni duygulandırıyor. İlkokuldayken 29 Ekim'de tüm okulun karşısında, okuduğum şiiri yarısında unutmuş olmam da bunu değiştirmiyor.

Umarım bu Cumhuriyet Bayramı, eski mutlu günlerimizi özlediğimiz son Cumhuriyet Bayramı olur. Bugünlerde hepimize kolay gelsin.
Söyleyecek yeni bir şeyim yok, hepimizin canı sıkkın. Son sevdiğim gazete Vatan'dan 2 beğendiğim yazı. Bakalım Doğan bünyesine giren gazetem ne zaman sarsılacak?



“Türkiye’yi Avrupa’ya yaklaştıran parti”


En son Le Monde kullandı bu sözcüğü ama yıllardır duya duya alıştık. Batı, AKP’yi yere göğe koyamıyor, övgü üstüne övgü yağdırıyor: Dünya böyle devlet adamları görmemiş; Böyle ilerici bir parti gelmemiş hiçbir yere. Niçin? “Türkiye’yi Avrupa’ya yaklaştırdığı için!” Ağzını açan Avrupalı yetkili ve gazeteci bunu söylüyor. Bu birinci noktayı aklımızda tutalım.

***

Batı’nın ikinci tavrı ise şaşmaz biçimde şu: “Mustafa Kemal’in mirası yok edilmeli, resimleri indirilmeli. Çünkü bu faşist bir miras!” Bu sözleri Batılı yöneticilerin ağzından kaç kere duyduk. Türkiye’ye gelen yabancı gazeteciler, Atatürk derken neredeyse müstehzi bir ifade takınıyor ve görev sınırlarını aşmak pahasına bu sözlerle küstahlıkta bulunuyorlar. Onlara göre, bu ülkede Mustafa Kemal’i sevenler geri kafalı, Batı düşmanı faşistler. AKP ise ilerici ve Batılı.

***

Batı’nın bu tavrında bir içtenlik görebiliyor musunuz siz? Ben göremiyorum. Eğer “Türkiye’yi Avrupa’ya yaklaştırmak” bir övgü nedeni ise bu övgüyü muazzam reformların yaratıcısı Atatürk mü hak eder, yoksa devrimleri geri çevirmeye uğraşan AKP mi? Kim Türkiye’yi daha fazla Avrupalılaştırmıştır? Ve temel soru şu: Batı’nın; Cumhuriyet’i Batı değerleri üstüne kuran, kadınları çarşaftan çıkaran, onlara oy hakkı sağlayan, Batı hukukunu benimseyen, eğitim sistemini Avrupalı hocalara kurdurtan, laiklik ilkesini uygulayan Mustafa Kemal’den bu kadar nefret etmesinin sebebi nedir? Kimse bana “nefret” kelimesinin ağır olduğunu söylemesin; ben yıllarca Avrupa Konseyi’nde milletvekilliği, UNESCO’da büyükelçilik yaptım. Görüştüğüm, bu konuyu tartıştığım Avrupalı diplomatın, politikacının, gazetecinin sayısını bile unutmuş durumdayım. Hepsi papağan gibi aynı şeyi söylüyor:“Atatürk kötü; AKP iyi. Çünkü Batılı!” Bu derin çelişkinin rastlantıyla oluştuğunu sanmayalım hiç. Bunu söyleyenler kurt gibi adamlar ve bu konuda çok bilinçli bir politika sürdürüyorlar. Onlara inanacak olsak; Atatürk’ü ve Cumhuriyet dönemi kadınlarını, Türkiye’yi Avrupa’dan uzaklaştıran bir kadro olarak görmemiz; Erdoğan, Gül ve eşlerini, kızlarını ise Avrupalı saymamız gerekir. Resmen bunu söylüyorlar.

***

Kimse kusura bakmasın; Batı’nın bu iki yüzlü politikasının adı en hafif deyimiyle “namussuzluk”tur. Eğer bu tutumu, CHP’nin bütün uyarılarımıza rağmen “gaflet ve dalalet” içinde aşırı milliyetçi politikalar izlemesine bağlıyorlarsa, bunun hiçbir mantığı yok. Çünkü bugünün CHP’sinin Mustafa Kemal’le ilişkisini kurabilmek için sihirbaz olmak lazım. Bugünün CHP’si Kemalist değil, Baykalist bir partidir. Batı da bunu bilir bilmesine ama Baykalist CHP’nin “radikal sağ”a kaymış, savaş çığırtkanlığı yapan umutsuz durumu işine geldiği için sesini çıkarmaz.


Zülfü Livaneli


Yargı korudu!


Terör haberlerine hükümetin RTÜK eliyle koymaya kalktığı sansür şükür ki yargıdan döndü. Danıştay Türkiye’yi sadece büyük bir ayıptan kurtarmakla kalmadı, ulusal menfaatlerimize sansür gibi bir ilkelliğin vereceği zararları da önledi. İktidar şunun farkında değil: Özgür bir medya ülkenin çıkarlarını dar görüşlü, kalın kafalı sansür memurlarından daha iyi düşünür, korur. Çağdaş yönetimler de toplumun haber alma ihtiyacını karşılamakla yükümlü olduklarını bildikleri için yeterli ve sağlıklı bilgi kanallarını sürekli açık tutmaya özen gösterirler. Toplumun duygusal dalgalar üstünde yalpalandığı dönemlerde medyanın haber ihtiyacı artacaktır. Çağdaş devletler böyle durumlarda medyayı habere boğarlar, dar kafalı olanlar ise sesini kısıp toplumu düşman güçlerin yalanlarına ve kışkırtmalarına açık hale getirirler. Danıştay sansür girişimini derhal püskürterek yargının denetim yetkisini övgüyü hak edecek bir sürat ve kararlılıkla korumuştur. Türkiye bir hukuk devleti ise -ki son Danıştay kararı bunun böyle olduğuna inanmamız için yeni bir sebeptir- ulusal çıkarlarını ilkel yasaklara muhtaç olmadan koruyacak yasalara sahiptir. Bu sınırların çerçevelediği özgürlük alanı, doğru kararlar vermek isteyen yöneticilerin de vazgeçilmezidir. Hataya düşüp sonra pişman olanların yakın tarihteki en ünlüsü ABD Başkanı Kennedy’dir. Daha önce de yazdım ama hatırlatmakta yarar görüyorum: Kennedy 1961’de Castro’yu devirme amaçlı CIA destekli Domuzlar Körfezi çıkarması girişimini haber alan Washington Post ve New York Times gazeteleri üstündeki nüfuzunu kullanarak haberin yayınlanmasını önlemişti. Çıkarma bozgunla bitti, Amerika ve Kennedy rezil oldu. Kennedy daha sonra Washington Post’u ziyaretinde şöyle dedi: “Keşke beni dinlemeyip haberi bassaydınız ve Domuzlar Körfezi çıkarması gerçekleşmeseydi. Ulusal menfaatimiz meğer sizin çizginiz tarafından temsil ediliyormuş...” İktidar, Danıştay kararını yenilgi kabul ederek yeni bir sansür hamlesine kalkışmamalıdır.

*****
Nasıl olur? Terör sorunları Anayasa Mahkemesi’ndeki seçime hak ettiği dikkatin verilmesini önledi. Oysa Haşim Kılıç’ın başkan seçilmesi yargı çevrelerinde itirazlara sebep olmuştu. Ve bu itirazların tümü, eşinin başörtüsü takması ve kendisinin laikliğe karşı suç işlediği gerekçesiyle haklarında kapatma kararı verilen partilerle ilgili kararlara muhalefet etmesi gibi sebeplere dayanıyor değildi. Mesela İstanbul Barosu eski Başkanı Turgut Kazan “Mahkemenin Yüce Divan görevi de yürüttüğü düşünülürse hukukçu olmayan (Eskişehir İTİA mezunu) Kılıç’ın başkanlığa getirilmesi bir hukuk devleti için inanılır şey değildir” diye açıklama yaptı. Avukat Kazan açıklamasında Turgut Özal’ın Haşim Kılıç’ı mahkeme üyeliğine atarken Sayıştay Yasası’na geçici madde eklettiğini, bu maddenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği halde “iptal kararları geriye yürümez” denilerek Kılıç’ın üyeliğinin sürdürülmüş olduğunu hatırlatıyor. Bu hatırlatma neyi aydınlatıyor? Anayasa Mahkemesi, anayasaya aykırılık kararına konu olmuş bir kişiyi yıllarca üye olarak taşıdıktan sonra şimdi bir de başkan yapmıştır! Peki şimdi ne olacak?Başkan Kılıç’ın Anıtkabir ziyaretine kendisine oy vermeyen mahkeme üyeleri katılmadılar. Bu protesto mahkemede bölünmeyi işaret ediyor. Bakacağı davaların sonucu önceden tahmin edilecek bir yüksek mahkeme?..Olmaz!.. Buna çare bulunmalı!


Güngör Mengi

26 Ekim 2007

girişimci ruhum var, param da var, biri bana akıl versin diyenler için öneriler

Akıl vermek kadar sevdiğim pek az şey var dünyada. Kelin merhemi olsa kendine sürermiş, doğru, olsa da sürsek. Akıllanmam gereken milyon tane kadar konu var. Bugün çok kötü bir haber aldım, işyerinde 2 saat fazla mesai yaptım, bütün gün kafamı kaldırmadım ve şu an geleceğe umutla bakmak için elimdeki bir kaç nadide parçaya tutunmaya çalışıyorum. Kafamın işten güçten sıyrılıp da, özgürce salınabildiği sınırlı zaman genelde sabah arabada işe giderken geçirdiğim dakikalar. Henüz bugünün ne menem bir gün olduğunu bilmediğim dakikalarda aklıma "hemen yapılsa garantili şekilde başarıya ulaşacak" fikirler geldi. Zaten arada gelir gider, herkes ara sıra "ulan şu mağazayı şuraya bi açsalar acayip tutar" diye düşünür ama bana 3-5 tane ardı ardına gelince acaba bu yukarılardan bir yerlerden "Kafanı çalıştırrrr, köle olmaaaa!" imalı bir mesaj mıdır diye de düşünmeden edemedim. Bugünlerde kafamı kimin yönettiğinden benim haberim yok. Bilen beri gelsin. Fikirlerimi buraya yazıyorum. Belki bir gün param olur, cesaretim olur filan yaparım. Benden önce biri yaparsa da başarılı olursa da bakın ben demiştim derim en azından.




* House Cafe Ankara şubesi. Hala neden bekliyorlar?


* Women's Secret (victoria değil women women) Ankara şubesi. (Vardı bir zamanlar, neden kapandı?)

* Promod Türkiye şubesi.


* Motivi Türkiye şubesi.


* Aperativo cafe-bar.

(Aperativo kavramını açalım. İtalya'da genelde kuzey bölgelerde yaygın bir olay. Barlarda akşam yemeğinden önce açık büfe atıştırmalıklar diziliyor her yere. Çeşit çeşit cipsler, minik sandviçler, tatlılar. Yemek öncesi bir spritz ya da martini ya da ne bileyim siz ne seviyorsanız onu yudumlarken bir yandan atıştırıyorsunuz. Sadece içkinizi ödüyorsunuz. Şimdi şöyle bir şey olabilir. Olabilir değil, olur. Ben bunu Ankara'da açarsam, herkes gelip bir kola veya bira içip bütün atıştırmalıkları yer. Aperativo cafesi olmaz, salak Ayşe'nin cafesi oluverir orası. Belki de fiyatı yüksek tutarak istenilen başarılabilir. Herkes 1 saat kadar vakit geçirip, yemek yemeğe başka yere gider. İş çıkışları için ideal.)


* Illy café.


Henüz icat edilmemiş olanlar:



* Kaş boyama kiti. (Buna bir tek ben mi ihtiyaç duyuyorum?)


* Yatarken kitap okuma aleti.


* Otomatik oje sürme makinası.

(Şimdi o kadar bilim ilerledi filan diyorlar, herhalde dandik bir sensör bile eti ve tırnağı birbirinden ayırmayı başarabilir. Aklıma şöyle manikürcülerin sterilize işlemleri için kullandığı ekmek kutusuna benzer şeyler geliyor. İstediğiniz ojenin rengini belirliyorsunuz. Elinizi ekmek makinasının içine sokuyorsunuz. O böyle mavi bir uzaylı ışığı gönderip sadece tırnaklarınıza ojeyi sürüyor. Hatta olmuşken tam olsun. Bir de içindeki fan yardımıyla ojeyi kurutuyor. Siz satın almaz mısınız? Ben yüzde bin alırım.)


* Öten yapışkan. Telefonumuz kaybolunca nerede olduğunu bulmak için çaldırıyoruz ya, işte bunun yapışkanlı versiyonu. En çok kaybettiğiniz şeylerin üzerine küçücük bir yapışkan ve onu öttürmek için bir cihaz, tomogochi gibi mesela :) Anahtarlarınızın, güneş gözlüğünüzün, cüzdanınızın filan üstüne yapıştırın, hayatınız kolaylaşsın!



İşte budur. Size kaç tane öneri. Aysesworld'den okurlara sınırsız hizmet. Ben galiba yavaştan kafayı sıyırmaya başladım sevgili okuyucular. Cuma akşamı bana iyi gelecek. Dile kolay, 5 aylık turne bitiyor.



=}}}}}0{{{{{=


Hayat:

7:45'te çalan saat. Kalk yüzünü yıka, dişini fırçala. Kıyafet beğen, beğenme, beğen, beğenme, bi daha beğen. Bi kere de şu işi akşamdan yap be Ayşe. Makyaj, parfüm, takı, toka. Kahvaltı, bir daha diş fırçalama. (evet yemekten önce fırçalamazsam yemeklerin tadını alamıyormuşum gibi geliyor, ruhsal bir aksaklık olsa gerek, sabahları 2 kere diş fırçalıyorum) 8:40'ta evden çık. 20 dakika yol. Ofis, çay, gazete. Çalış çalış çalış çalış çalış. Sigara. Çalış çalış çalış çalış. Yemeğe git, gel. Çalış çalış çalış. Hadi iyi akşamlaaar, yarın görüşürüüüüz. Ayarlanmışsa akşam buluşması. Şarap, yemek, kakarakiriri. Eve gel. Duş al. Yat, kitap oku. 24:00 gümmm.


Sanırım hayatım artık böyle. Hep böyle mi olacak? Daha 25 yaşındayım ya ben.




çok önemli p.s: Şu an farkettim ki ben saçlarımı sadece duştan sonra tarıyorum. Bir daha duş alana kadar da taramıyorum.

23 Ekim 2007

yazmış olmak için yazma sanatı

bugün değil. hayır, değil.

*Ufuk cuma günü bisürü sayısal loto oynadı. O oynarken yanında olduğum için kuponun tekini bana verdi. 8 trilyon bana çıkarsa kesin kanlı bıçaklı olacağımızı düşündüğümü söyledim. O da bana 8 trilyon sana çıkarsa seni kesin abimle evlendiririm dedi. İnsanların kafası benden iyi çalışıyor sanırım. Tamamen unutmuştum kuponu. Bu sabah mesaj atmış Ufuk; çıktı 8 trilyon sen de kayıplara karıştın di mi diye. Açtım kontrol ettim kuponu. Tüm kuponda toplam 3 tane rakamı daire içine alma olasılığımız nedir sevgili matematikçi arkadaşlarım? Yoktur di mi öyle bi olasılık. Ben başardım. Sayısal loto kuponuna bakmayalı yıllar olmuştu. O heyecanı tekrar hatırlamak güzeldi ama benim bu tip şeyleri oynamam sadece milli gelirimize katkı sağlıyor sanırsam, benim kişisel gelirime bir katkısı olmayacağı kesin.
*
*

*Hani ben burada yazdıklarımdan çok eğleniyormuş filan gibi bir izlenime yol açıyor olabilirim. Hayır arkadaşlar, siz gidin facebook'a bakın ve tüm dünyanın ne kadar eğlendiğini görün. Evet sanki bir tek siz eğlenmiyorsunuz, herkes çok eğleniyor. A-ha! Bir de şöyle garip bir detay var. İlkokulda nasıl bir sınıfa düşmüşsem artık, dişi olan çoğu ilkokul arkadaşım evlenmiş. Ama evlenenlerin çoğu iyi okullardan mezun olmamışlar. Bekar olanların fotoğrafları daha eğlenceli görünüyor. Asıl tuhaflık ben bu ilkokul muhabbetine devam ettikçe bu blogu ağzımdan kaçırırsam olacak. Bu yazıları silmek zorunda mı kalırım o zaman? Evet silerim. Yeter ki ilkokul arkadaşlarım onları buradan tanımadığım insanlara çekiştirdiğimi görmesin!!!
*
*
*Ayşegül manyağı İstanbul'a taşınması yetmezmiş gibi, şimdi de Belçika'ya taşınmaya karar verdi. Ama bir süre gelip Ankara'da kalacak. O arada onu bir güzel dövüp aklını başına getirmeye çalışacağım! Şaka şekerim şaka, üzülürsün şimdi sen. Ben Brüksel'i çok sevmiştim biliyorsun. Gelirim yanına sokakta midye çorbası içeriz.



*Bugün iş yerinde hiç kafamı kaldırmadım. Öğle yemeğinde bile masamda bir yandan çalışarak bir yandan yemek yedim. Muhtemelen yarın da öyle olacak.

* İş yerinde türk kahvesi yok. Kendim cezve ve kahve götürsem olur mu?
*
*
*
10 daika önce:
*
Açtım sayfayı bakıyorum öyle. Yazasım var ama ne hakkında bilmiyorum. Daha önce böyle hissetmemiştim. Hayır terör hakkında olmayacak yazacaklarım, tv kanallarına getirilen yasak hakkında da olmayacak. Küçük hissediyorum kendimi bunlar hakkında yazmaya. Çünkü bu, ne bir siyasi görüşe ne de eleştiriye girebilir. Evet kızılacak kişi çok olabilir. Kızıyorum. Buradan kızmayacağım. Bize yazık oluyor. Olan bize oluyor. Sadece bize. Yazsam o aileler gibi mi hissedeceğim? Hayır ben hissetmeyeceğim, sen de hissetmiyorsun. Zaten Allah korusun hissetmeyelim. Ama birileri hissediyor işte. Biz olmasak da hisseden, bu acıtmamaya yetmiyor. Savaş bu. Artık.

19 Ekim 2007

Giritli


Bu aralar bir hareketlendi hayat. Yazacak çok şey birikti. Sevdim bu dönemi. Yarın sabahın köründe çok sevgili mesleğimle ilgili bir konferansa gidecek olmam gerçeği bile (cumartesi sabah 11, kaçta biter kim bilir) bugün keyfimi bozamadı.

*

İstanbul'dan döneli bir hafta oldu ama İstanbul hakkında yeterince şey yazamadım. Bunların kayda geçmesi gerekiyor. Hayatımı devamlı kayda geçiriyorum ya, bazen gülüyorum. Napolyon'um sanki :) Sanki tarihe önemli notlar düşüyormuş gibi nerede yemek yemişim, o gün kendimi nasıl hissetmişim bunlar hep burada yazılı olacak. Bir yandan da defterim var tabi bazı şeyler oraya gidiyor. Mühim şeyler olmayabilir. Kendi kişisel tarihimiz olacak işte blog, defterler, fotoğraflar. Hatta o sırada seyredilmiş filmler, okunmuş kitaplar. Ve benim için nedense en çok iz bırakan yenen yemekler.
*

İstanbul'da geçen bayram tatili'nin en mekanlarından biri, belki de gittiğimiz tüm mekanlarda gördüğümüz en güzel sofralardan biri. Giritli. Sultanahmet'te. Biz burayı bilmiyorduk önceden, çok iyi oldu öğrendiğimiz. Dışarıda çok güzel bir avlusu var, ne yazık ki hava elverişli değildi 24 saat yağmurlu İstanbul'da. İçerdide, en üst katta cam kenarı bir masamız oldu. Şöyle bir fikrim var: eğer rakı-balık mekanı aydınlıksa, müziksizse yemeklerine odaklanılmasını istiyor, farklı dikkat dağıtıcılara ihtiyaç duymuyor. Bu tabii ki genel geçer bir kavram değil. Çok güzel yerler var loş, müzikli ama nedense benim için en iyiler listesine girebilmiş yerler hep aydınlık, hep müziksiz yerler. Kalbur, Bay Nihat, Ege.. Şimdi bir de Giritli.
*

Ne yediğinizi görebiliyorsunuz, bu benim için önemli tabi :) Sağ üstteki deniz ürünlü şehriye. Nice to meet you. Masum görüntüsü altında süper lezzetli. Evde denenebilir. Denenecektir. Böyle şeyler nedense hep dışarıda daha güzel oluyor.
*

Giritli'de siz içeri girer girmez masanızı tıklım tıklım dolduruyorlar. Ya da bize mi böyle oldu? Sanmıyorum. Masa tıklım tıklım doluyor. Bu kadar çeşitli mezeyi masada bir arada görmek her yerde mümkün olmaz. Oldukça ilginç mezeleri var. Ahtapot carpaccio. Daha önce Wok'ta gördüğümüz bu ilginç carpaccio'yu rakı masasına daha çok yakıştırdım.
*

O gece çok yedik, çok içtik. Benim kafam gayet iyiydi masadan kalkarken ki, bir de gece devam etti..
*

Mezeler çok güzeldi, balıklar çok lezzetliydi, masamız gayet keyifliydi. Tatlı benim için hayati bir faktör değil. Ama buradaki tatlı inanılmazdı. Hala tadı damağımda.Dondurmalı lokma mı olurmuş? Yaparlarsa olurmuş. Lokma hep satılsa ya her yerde. Sokakta yaz-kış alabilsek. Dondurmayla çok yakışmışlar birbirlerine. Benim bu kombinasyondan hiç haberim yoktu. Cafe'de uygulamasına geçilmesine bile karar verildi o gece, bakalım görelim :))


Giritli'de sürprizler bitmek bilmedi. Tatlımızı da yedik, olmazsa olmaz türk kahvesine sıra geldi. Türk kahvesi bir tepsi likörle birlikte geliyor! Tepsideki likörlerden seç beğen al yapıyorsunuz. Sakız likörü içtim ben. Özledim sakızlı her şeyi. Sakız likörünün türk kahvesiyle ne kadar harika olduğunu tekrar hatırladık. Biraz Alaçatı tadı aldık. Sallana sallana çıktık :))


Giritli çok özenli bir yer. Lezzet için uğraşan, detaycı birinin yarattığı belli her şeyi. Ellerine sağlık diyoruz, Yıldızlı Pekiyi veriyoruz. Ankara'da da var olduğu rivayet edilen Giritli'yi yakın zamanda keşfe çıkıyoruz.

16 Ekim 2007

i blame coffee

Şimdi geri dönüp baktığımda, aslında her şeyin sorumlusunun kahve olduğunu anlıyorum. Geri dönüp sağlama yapma imkanım yok ve daha da fenası bunu tekrar denemek için cesaretim yok. Ben çay sever bir insanım. Kahveyi de severim aslında ama çay kadar değil.Türk kahvesini çok severim o ayrı. Nescafe, filtre kahve nedense beni tıkar, doyurur. Günün her saati çay, bitki çayı, meyve çayı gibi şeyleri sayısızca tüketirim. Üniversiteye kadar kahve sever bir insandım, ODTÜ’de kendimi engin bir çay denizinin içinde buldum, o zamandan beridir de böyle. İtalya’yı dışarda tutumak lazım, oradaki kahvelere yemek gözüyle bakıyordum çünkü. Kahve benim için bir keyif unsuru. Ayaküstü bir şeymiş gibi bakamıyorum buna. Boş zaman lazım yani kahveye. (Ahahaha aklıma üniversite’de Selçuk’la almak mecburiyetinde kaldığımız Sosyolojiye giriş dersi geldi. Selçuuuk beni duyuyo musun? Hatırlıyo musun kadın kahvenin asıl amacının sosyalleşmek olduğunu anlatmak için kahve kahve kahve demişti bin kere de, bizi gülme tutmuştu. Zaten ne işimiz vardı sosyoloji sınıfında bizim? J)

Neyse efendim, her sabah iş yerime gelince, ilk yaptığım şey gidip mutfakta fokurdayan tiryaki mi ne diyorlar onlara işte o aletten kendime çay koymak. Sonra gidip kuşburnu, adaçayı, yasemin gibi abidik gubidik tüm poşet çaylardan gün boyu içmek. Hiç bir zararını görmedim, biraz sık tuvalete gidiyor olabilirim sadece : ) O akşamüstü ise mutfağa gittiğimde çayın suyunun bitmiş olduğunu gördüm ama süper üşengeç olduğum için kettle’ın tuşuna basıp 10 saniye beklemektense hazır ve nazır bekleyen kahveden içmeye karar verdim. Kremamı da ekledim. Oh bee dedim ne güzelmiş, ben daha sık kahve içmeliyim. Akşamın bir saati Doruk’la buluştuk, ben gündüz aldığım keyifin arsızlığını hala yaşamamdan olacak, bir latte istedim. Ki latte de nedir en nihayetinde, bi sürü süt az bişey kahve. Yok yoook benim ne haddime.

Annemler tatildeydiler, Mert evi hostela çevirmişti. 12 gibi yattım. Yan odadaki sevgili kardeşim Mert ve arkadaşının sesleri –ki artık eşşek kadar adam oldukları için sesleri boru gibi çıkıyor, özellikle de gece yarısı ev sessizken- hiç durmadan devam etti. Cadı abla gibi görünmemek için hiçbir şey demedim, sabrettim. Ben aslında öyle sesten ışıktan filan rahatsız olmam, ama ah kahve ah. Onun yüzünden uyuyamadığımı düşünüyorum. Sonunda saat 3 oldu, ben sabah 7:45’te kalkacak olmanın siniriyle dönüp duruyordum ve Mertler hala susmamışlardı. Sonunda annemlerin yatağına geçtim ve yarım saat daha sabrettim, ama hayır yatmaları ya da en azından susmaları ya da ya da azıcık daha sessiz olmaları mümkün değildi. Nasıl en az cadı abla olabilirim diye düşünerek Mert’e mesaj attım. Susuuuun dedim. Mert elbette duymadı, aradım ve susuuuun dedim. Bir süre sonra sustular ama benim sigortalar çoktan atmıştı. Uyudum bir süre.Sabah oldukça gıcık şekilde kalktım. Zaten sabahları çok da sevimli olduğumu söyleyemem. 2-3 saatlik uykunun verdiği asabiyetle ağzıma bişeyler attım ve yola çıktım.

Hikayenin korku filmi kısmı burada başlıyor. Annem değişik bir insandır. İnsan üstü güçleri vardır ama bunlar somut şeylerdir yani fal bakmak gibi şeyler değil. Sizin yanınızda da gerçekleşir olaylar. Annemin en belirgin cadı özelliği sinirlenince bulunduğu yerin elektrik düzenine tuhaf şeyler yapmasıdır. Kendiliğinden. Mesela evde sinirlendi, bizim sigortalar atar. Arabada giderken sinirlendi, arabayı bozar. Bir değil iiki değil, artık durum tescillendi. Bütün arkadaşlarım bilir durumu, şahit olanlar da olmuştur. Gözünüzde de filmlerde gördüğünüz bir cadı canlanmasın, annem çok sakin ve neşeli bir insandır. Öyle devamlı sinirli gezmez. Sadece hepimiz sinirlendiğimizde sinirlenip kalıyoruz, o sinirlendiğinde elektrik düzenleri alt üst oluyor.

Nerde kalmıştık? Yola çıktım işte. 1 kilometre oldu olmadı. 80 km gibi bir hızla giderken yavaşlamaya çalıştım ve araba yavaşlamadı. Fren pedalı takıldı kaldı. 50 metre kadar şok halinde devam ettim pedala basmaya ama hızımı anca 40 km’ye düşürebildim. Dörtlüleri yaktım ve o hızda devam ettim. Henüz trafikte değildim, Allahtan etrafımda araba yoktu. Çünkü eğer önümde biri olsa yüzde yüz vuracaktım. Bildiğiniz durmadı işte araba. Arabamın vitesi otomatik, o yüzden vites filan da düşüremedim. Araba saatte 30-40 km ile giderken vitesi park moduna geçirdim ve el frenini çektim. O kadar korktum ki arabayı tekrar çalıştırmaya cesaret bile edemedim. Bu olayın trafiğin içinde olduğunu hayal bile edemiyorum. Yolun ortasında duran arabamdan indim, sabaha kadar arkadaşıyla çene çalımış olan kardeşimi saat 8:45’te arayıp uyandırdım. Arabam bozuldu gel dedim. Eve çok yakındık, o aldı arabayı eve götürdü, ben onun arabasıyla işe geldim ama bütün gün şoktan çıkamadım. Bir kazaya en çok yaklaştığım an buydu sanırım. Zaten böyle şeyler de hep ailem şehir dışındayken olur. Ben bu arabayı 7 senedir kullanıyorum, yani tanımadığım bilmediğim bir araba da değil, ne olduğunu anlamak mümkün değil..

İşin garibi araba 2 gündür servis servis geziyor, kimse arabadaki problemi bulamıyor. O olaydan sonra ben cesaret edemiyorum tekrar kullanmaya arabamı. Mert kullandı, babam kullandı, 2 ayrı servise gitti. Hayır kimse bir problem bulamıyor. Ama bu da arabanın camı açılmıyor gibi bir problem değil ki, ben de umursamayayım. Ödüm kopuyor aynı şey tekrar olursa diye.. Diyorum ki acaba acaba mümkün mü? Acaba anneme çekmiş olabilir miyim? Acaba o gün o kahveleri içmeseydim, rahat rahat uyusaydım, arabama binseydim, yine de bu olacak mıydı? Cadı olduğumu kabullenmektense, kahveyi suçlamak en iyisi.

14 Ekim 2007

fuori sta piovendo.anche dentro di me.


Bu ara kafam yerinde değil. Ayakların yere basmama durumu biraz uzun mu sürdü nedir.. Okuduğum her şey beni delirtiyor. Her okuduğuma, seyrettiğime sinirlenmekten, üzülmekten yoruldum. Düşünesim yok bir süre. Ama anlatılacak şeyler var yine de.


İstanbul'a gittim geldim. 2 gün jet hızıyla geçti, hiçbir şey anlamadım. Yağmur yağdı hep. Ne güzelmiş aralıksız yağmur görmek, yağmur sesi duymak. 2 gün durmadı neredeyse yağmur. Yağmur güzel. Evet ben çok şükür ki bunda hala huzur bulabiliyorum. Çok şükür ki. Keşke hissedebilsen sen de bunu. Ben mutlu oldum. Özlüyorum yağmuru. Deniz de lacivert oldu. Ben ilk defa lacivert gördüm İstanbul'un denizini. Başak dedi ki, biz eskiden yağmur yağınca sokağa çıkar, yürürdük hep.. Evet, yapardık. Artık yapmıyorum. Ne kötü. Zaten yağmur da yağmıyor buraya..


Ankara'dan İstanbul'a 3 küsür saatte vardık, İstanbul'a vardıktan sonra köprüye ulaşmamız 1.5 saat sürdü. Burada trafiğin ne kadar bunaltıcı olduğunu anlatacak değilim ama nasıl nasıl nasıl böyle yaşanabilir her gün? Dönerken iyice felaketti yol İstanbul'a geliş istikametinde. Neredeyse Bolu'ya kadar trafik vardı. Bu çılgınlık. Ve eminim ki o konvoydakilerin çoğunluğu "Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünün" güzel olduğunu düşünmüyorlardı.


İstanbul'a her varışımızda yaptığımız bir şey var. Sessiz anlaşma. Bavullar beklesin arabada. Park et arabayı Arnavutköy'e belki Kuruçeşme'ye, yürü Bebek'e kadar. Yine yaptık. Bayram'ın birinci günü. İstanbul resmi ya da dini tatillere göre yaşamıyor. Sanki günlük hayat akıp gidiyordu. Ankara'da durum biraz farklı. Ankara'da deniz olsa, bayramın birinci günü balık tutan olur muydu?

Başak bu sefer dedi ki programlar, listeler yapıp gelmeyin artık, biz burada ayarlayacağız nereye gideceğimizi. İstanbullu oldu artık hanımefendi, itiraz etmedik. Listelerim olmadan kuş kadar hafif İstanbul gezisi. Yürüyüşümüz bitti, biz yürüyene kadar Nevrayla Başak Bebek'e vardılar. Nevra'yı hep görüyorum ama ben Nevra'yla Başak'ı özlemişim. İkisini birlikte. Üçümüzü birlikte. En son yazın görüştük hep beraber. İnsanın aklı almıyor. Biz Ankara'da evcilik oynuyorduk, 2 gün birbirimizi görmediğimiz olmuyordu. Büyüdük be günlük. Başak bankacı oldu düşünsene.
8
Akşama Sultanahmet'te Giritli diye bir yer ayarlamışlar. Rakı-balık yapmayalı ne kadar oldu? Umduğumuzun yüz bin baloncuk katı harika bir yer çıkan Giritli'yi google'a sorunca vallahi billahi Ankara'da da var dedi. Akşamın şu saati hayret içindeyim. Ankara'yı avucumuzun içi gibi biliyoruz derken ayakta uyuyormuşuz. Bakalım gidelim buradaki de İstanbul'daki kadar harika mıymış. Gördüğüm en "donanımlı" sofraydı. Giritli'yi bu posta sıkıştımak ayıp olur efendim. Azzzz sonra.
*
*
Hoşbulduk Ankara, Ayşe yarın işe gitmek istemiyor. Bu cümleyi işe girdikten 1.5 ay sonra ilk defa söylüyor. Hayatın gerçekleri bu aralar Ayşe'ye ağır geliyor.

10 Ekim 2007

aydınlanalım




Sayfamızın sağ tarafındaki Lost sayacı geriye akadursun, ben bu bilinmezler adasının bir sırrını gururla çözmüş bulunuyorum. Sanıyordum. Bunu da benden önce düşünen olmuş. Eğer siz de Desmond’a bakıp bakıp “Ulan nerden tanıyorum ben bunu?” diyosanız, size cevap veriyorum: Desmond kişisi, ülkemizde de severek takip edilen Feridun Düzağaç’tan başkası değildir!
*
Hatta efendim Feridun Düzağaç, nam-ı diğer F.D ile Desmond’un kozmik bağları salt görünüşle alaklı olmayıp aynı zamanda isimlerinden de anlaşılabilir. Desmond’ın soyadı Hume değil de Fume olsaydı -ki muhtemelen Fume’du zaten, bilerek değiştirip Hume yaptılar- isim ve soyadlarını aynaya tutarak bir diğerininkini görebilecektik ki aslında bu ipucu bize Feridun Düzağaç’ın bir albümünün kapağında da verilmişti.(F.D - D.H)

Gidip de Allah'ın tropik adasındaki koskoca ve bembeyaz kutup ayılarına inanıyorsunuz da buna mı inanmıyorsunuz? Evet efendim kazanlar da doğurur. Aklıma vahiy gibi esiveren bu Desmond- F.D benzerliğinin patentini alabilir miyim acaba diye en yakın arkadaşımız google'a koştum. Ekşisözlük'te bulduğum entry beni benden aldı, işyerimde odam var diye ilk defa şükrettim, bir yerlere yatmadığım kaldı. Kim yapmışsa süper yapmış: Jack için Ozan Güven'den daha iyisi bulunabilir diye düşünsem de Esmeray buluşu mükemmel!:))
İşte Lost Türkiye'de çekilse kimi kim oynarrr:
*

jack - ozan guven

locke - mazhar alanson

sawyer - kivanc tatlitug

kate - yasemin kozanoglu

sayid - bulent polat

hurley - osman yagmurdereli ya da eski ozan orhon ya da ata demirer

charlie - yagmur atacan

claire - sinem kobal ya da hale caneroglu

desmond - feridun duzagac

ben - halit ergenc

juliet - ipek tenolcay

michael - kucuk emrah

walt - furkan kizilay

rose - esmeray

ana lucia - nurgul yesilcay

mr. friendly - haluk bilginer

sun - ayumi takano

jin - ilhan mansiz ya da serdar ortac

Son zamanlarda en çok güldüğüm şey bu liste oldu sanırım. 116 gün kalmış. Başlasın artık Lost. Geçen gün Nevra'yla evde yan gelip yataken son 4 bölümü tekrar izledik. Ben zaten balık gibiyim; ilk defa seyrediyomuş gibi heyecanlandım, bi sürü şeyi unutmuşum. 116 gün boyunca periyodik olarak son sezonu seyretmeliyim galiba. Yoksa dizi kaldığı yerden devam ettiğinde ben kimseyi hatırlamıyor olacağım. Yok yok Jack'i unutmam. Sawyer'ı da unutmam. Bunun üstüne Desmond'ı da unutmam. Ama Claire filan hak getire.

*
Bayram sabahı İstanbul'a gitmek için yola çıkıyoruz. 2 gece kalıp dönüyoruz. Bakıyoruz görüyoruz: 3 güne neler sığdırabiliyoruz. Herkese şimdiden iyi bayramlar diliyoruz, küçüklerimizin nedense yanaklarından değil ama gözlerinden, büyüklerimizinse nedense yanaklarından değil ama ellerinden öpüyoruzz :))
*
Veee un po di nostalgia: harika video!




8 Ekim 2007

facebook nation

Facebook var ya facebook, işte ben çok yakın geçmişe kadar kendisinden hiiç haberdar değildim, mutlu mesut yaşıyordum. İnternet başında kayda değer bir zaman harcayan biriyim. Özellikle işe girmeden önceki dönemde uzun saatler internet başında kalıp, uykusuz geceler bile geçirirdim. Gel gör ki internet sevgim, bu tip siteleri merak etmeme, ne yapıyor insanlar burada diye ani üyelikler edinmeme yol açmadı.
*

ICQ'yu severdim, ilk kez internette "birileriyle konuşma" tecrübesi yaşamak ilginç olsa gerek (aa bir de mirc vardı bir zamanlar!), uzunca süre sevdim ICQ'yu. Daha sonra bu "i seek you" kendini mi imha etti, yoksa insanlar benim gibi "18-25/female/ankara" gibi arama sonuçlarının bir hedefi olmaktan bezip üyeliklerini mi iptal ettiler bilmiyorum. Belki de hala kullanan vardır, ben uzun süredir adını bile duymadım.
*


Msn harika bir buluş ama onu da sıklıkla kullandığımı söyleyemem. İtalya'da yaşarken video conversation hayatımızı o kadar kolaylaştırdı ki, hayat boyu minnettar kalacağım msn'e :) Gerek aile bütçemize gerekse istediğimizde istediğimiz kadar konuşabilme özgürlüğümüze yaptığı katkılar gerçekten önemliydi. Bu sayede annem ve babam msn kullanıcısı oldular. Hatta annem olayı emoticon kullanmaya kadar götürdü.. Fakat ne yazık ki hikaye gitgide kötüleşiyor elektronik iletişim araçları tarihçemizde..


*


Hatırlarsınız bir Yonja vardı bir aralar. Ben o siteye hiç üye olmadım ama orası hakkında milyonlarca hikaye duydum. Belki de üye olanların asıl amacına hizmet ediyordur. Efendim benim futbolcu bir arkadaşım var, bilenler bilir, kendisi gece hayatını çok sever, dişi tüm varlıklarla arası iyidir filan, bir futbolcu en nihayetinde :)) Bana bu yaz Yonja'daki hesabından öyle garip şeyler okuttu ve gösterdi ki küçük dilimi yutuyordum. Ki ben de saftirik görmem kendimi, öyle küçük dilimi yutacak hale de sık sık gelmem. Hoş şeyler değildi en nihayetinde, gerçi futbolcu arkadaşım gayet hoş şeyler olduğunu düşünüyordu. İsteyen yapsın tabi aslında, who am i to judge?
*


Bir de adını hatırlayamadığım başka bir site vardı. Benim bu tip şeylere gıcık olduğumu bilen arkadaşlarım bana sitenin ne de güzel olduğunu anlatmak için "bak ama birbirimize fıstık atıyoruz" dediler. "Maymun musunuz neden birbirinize fıstık atıyorsunuz" deyince de, "poker oynamak için; o fıstıklarla poker oynuyoruz" gibi şeyler söylediler. Benim de gözümde küçükken oyunlarda para yerine geçsin diye fasulye taneleri kullandığımız canlandı. Ama dedim biz büyüdük artık. Yine anlaşamadık.
Derkeeen facebook geldi. Geçenlerde Bursa'da yaşayan arkadaşımız Aykan, apandisitinin patlaması nedeniyle kendine verilen raporu, tatil izni gibi algılayıp Ankara'ya geldi. İş çıkışı Coconot'ta cümbür cemaat buluştuk. Bu arada Coconot'un bahçesi oldukça güzel, haftaiçi akşam giderseniz 16-20 yaş grubu kalabalık ortalarda olmadığından, buranın aslında ne kadar şirin bir yer olduğunu farkedebilirsiniz. Neyse efendim, oturduk başladık konuşmaya, konu bir yerlerden facebook'a geldi. Bir tek Nevra ve benim bir 'account'ımız olmadığı anlaşıldı, canımız cicimiz arkadaşlarımız bizi kınadı. Dedim "Tahmin ediyorum ben orayı, ne olacak ki, büyüklere Yonja." "AAAA hayır" dediler, "İlkokul arkadaşlarını buluyorsun, çok harika!" Ulan şu yaşına kadar ilkokul arkadaşlarının dünyanın neresinde, ne halt ettiğini bilmeden nasıl yaşadın??? Hatta daha yeni yorum bırakmıştım yeni okumaya başladığım Özlem'in bloguna, bu facebook furyasıyla çok güzel dalga geçen bir yazıydı. Ben daha o zaman üye değildim facebook'a. Rahat rahat atıp tutuyordum. Artık üyeyim. Atıp tutmaya hakkım var mi bilmiyorum.
*

63 milyon üyesi varmış (oha gerçekten), çok güzel oyunlar varmış, eğer ben istemezsem kimse profilimi görmezmiş, bilgi oyunları varmış, pacman varmış (galiba bu sonuncusundan etkilendim!). Ayşegül'ün de birkaç haftadır sürdürdüğü yoğun ısrarları sonunda siteye olan merakım, inadımı yendi.


Üye oluverdim. En başta her şey çok sakindi. Ayşegül'ü, Doruk'u, Ufuk'u, Kurtuluş'u, Gizem'i, Erdem'i, Şafak'ı filan ekledim. Topu topu 15 kişi filan. Ertesi sabah bir baktım, 5 tane kadar kişiden listesine ekleme izin şeysi (request, how do you say in Turkish?) gelmiş. İtalya'dan sınıf arkadaşlarım da vardı bunların arasında. Nasıl buldular beni hiç ortak arkadaşımız olmadan hala bilmiyorum. Sonra efendim işte üniversiteden yakın bir kaç kişi, üniversiteden arasıra merhabalaştığımız birkaç kişi derken, sıra lise'ye hatta ilkokula geldi. Hadi ilkokul yine daha mantıklı. Daha kafan hiçbir şeye basmazken, anadolu lisesi, kolej sınavları içinde boğulurken arkadaş olmuşsun, sonra da 11 yaşından beri birbirini hiç görmemişsin. Zaten bezelye gibisin. Şimdi bir merhabalaşmaktan ne çıkar di mi? Tamam buna da tamam. Hatta ilkokuldan birkaç arkadaşımla konuştum, mutlu oldum, hakkını yemeyelim bu işe de yarıyormuş gerçekten.
*
Ammavelakin bana devamlı "lise arkadaşlarımdan" "request" geliyor. Bu durum farklı. Bizim lisemiz çok kalabalıktı, herkes birbirini tanımazdı. Sanki bu facebook'ta aynı dönem mezunu olmak, arkadaş olmak demekmiş gibi. Listemde öyle kişiler var ki, lise 1'de aynı sınıfta okumuşuz, belli ki pek kaynaşamamışız; lisenin geriye kalan 2 yılı boyunca birbirimize 2-3 kere merhaba dediysek demişiz. Şimdi siz benimle ne konuşmak istiyosunuz? Ki ben sizi sokakta da görüyorum senelerdir; Ankara ufak bir yer sonuçta, bir kere selamlaştık mı? Sohbet ettik mi? Yok. Sitem etmiyorum. Olaylar böyle gelişmiş. Sen yoluna ben yoluma. Neden sen şimdi listemde olasın? "Kabul etme onları o zaman yabani Ayşe, bu kadar söyleneceğine" demeyin lütfen, kabalık olur, yapamam. Merak etmeden de edemiyorum, şimdi biz kaç kere karşılaştık sokakta, konuşmadık ya, facebook'umuzda kayıtlıyız diye konuşacak mıyız bir daha karşılaşınca? Rica ediyorum, eğer birbirimizi son gördüğümüzde sıcak bir diyalog geçmediyse aramızda, lütfen beni listenize istemeye gelmeyin.
*
Arkadaş listem şu an çok garip olmayan bir sayıda, bakalım bir ay sonra ne olacak. Bir ay sonra zıvanadan çıkmış, yüzlerce arkadaş sayısına ulaşmış bir Ayşe ile karşılaşırsanız bilin ki, bu benim katiyen çılgınca popüler olmamdan, gerçekten de yüzlerce kişilik bir arkadaş çevresine sahip olmamdan filan değil, listelerinde 500 kişi barındırmak isteyen birçok insanla hasbelkader yolumun kesişmiş olmasındandır.
*
Koptuğum ilkokul arkadaşlarım ve şimdiki yakın arkadaşlarım elele tutuşup, oynaya oynaya gelin çocuklaaaar söyleyelim istiyorum. Bi de traveller IQ challenge'ta birinci olmak istiyorum :)
*
*
p.s: Derken, ilkokul arkadaşlarım Ramazan'dan sonra bir buluşma yapmaya karar verdiler.. Al işte Ayşe. Al sana . Oh olsun. Neden bu kadar yabaniyim ben, neden neden sevinemiyorum ne güzel buluşucaz diye? Puff.

5 Ekim 2007

yağdır mevlam suuuu :)

Şu dakika itibariyle Ankara'ya yağmur yağmaya başladı. 3 damla yağmur yağıyor sevindirik oluyoruz. Gök gürültüsü sesi hiçbir zaman bu kadar güzel gelmemişti kulağıma herhalde. Sanıyorum ki Ankara'da yaşayanların tümü benim gibi düşünüyordur. Şu kadarcık yağmurla barajlar dolup taşacak değil ama bu da bir şey elbette.

Tüm gün boyunca aklıma komik anılarım geldi durdu. Günümün bir kısmını dişçide kafamı başka şeylerle meşgul etmeye çalışarak geçirmiş olmamın da payı vardır bunda. Neyse işte. Ben küçükken Emel Sayın olmak isterdim. Bildiğimiz Emel Sayın. Oldukça kara kuru bir kız çocuğu olduğum göz önünde bulundurulursa Emel Sayın olmam mümkün değildi ama sevgili ailem bunu bana söylemezdi; ben de huzurla Emel Sayın olacağım günlerin hayaline dalardım.. Çok da geniş olmayan bir video kaset arşivimiz vardı. Bu arşivde Arabesk (hala en çok güldüğüm filmlerden biridir), PamukPrenses ve 7 Cüceler (Zeynep Değirmencioğlu), Bizim Kız (Gülşen Bubikoğlu-Tarık Akan), Şirinler, Aşkolsun (Metin Akpınar-Zeki Alasya-Başaaaak Nalan'ı gördün mü Nalan'ı :) ???-) ve Acı Hatıralar vardı hatırladığım kadarıyla. Ben bu filmlerin hepsini bin kere seyretmişimdir. Replik replik de hatırlıyorum.. Acı Hatıralar, benim Emel Sayın sevgimi yaratan film olmuştur. Filmin bir kısmı İran'da geçiyordu, Sadri Alışık ve Emel Sayın başrolleri paylaşıyorlardı. Ben bu filmi psikopatça defalarca kere seyreden bir kız çocuğu olarak resmen Emel Sayın'a aşık olmuştum. Emel Sayın'ın "Yağdır Mevlam Su" isimli şarkısı yeni çıkmıştı ve ortalığı kasıp kavuruyordu :)) 7 yaşından küçük olduğumu, olayların eski evimizdeki salonumuzda geçmesinden anlıyorum.. Bir gazetenin verdiği kartondan yapılmış kızılderili şapkamı kafama takıp, teybe Emel Sayın'ın Yağdır Mevlam Su'sunu koyup, salon kapısına babamın benim için yaptığı, sicim ve battaniyeden oluşma salıncakta hayaller kurarak sallandığımı hatırlıyorum. Küçücük bir çocuk bu şarkıdan ne anlar bilmiyorum. Kızılderili şapkasının olayla bağlantısı nedir bilemiyorum.. Bunu o kadar sık yapardım ki eminim şimdi içeri gidip albümleri döksem o halde çkilmiş birçok fotoğraf bulabilirim.. Emel Sayın'ı eskisi gibi çılgınca olmasa da hala çok severim. Ben Emel Sayın olamadım ama Emel Sayın gibi bir en yakın arkadaşım var :) Nevra sen ne kadar benziyorsun Emel Sayın'a, bilinçaltımda seninle bu yüzden arkadaş olmuş olabilir miyim? :)


Olsa da dinlesek diyen varsa tıklayabilir! :) Bu da pek şeker, nostaljik :)


Yağmur yağmaya devam ediyor, baya bi yağdı ya, bi işe yaramış mıdır acaba? Bugün Cuma. Artık hazırlanmaya başlamalıyım!! Annemler bayram tatilini abartıp 10 günlüğüne tatile gittiler. Mert evden gideyim de tüm arkadaşlarını eve doldursun diye gözümün içine bakıyor. Ben de asli ablalık görevlerimden birini yerine getirip evi terkedeceğim tabii ki.


Maxi'yi soracak olursanız, kendileri bugün iyi görünüyorlar. Bir saattir dallı güllü koltuklarımızı gerçek sandığından mıdır nedir, eşeleyip kemik arıyor. Kırt kırt kırt ses çıkarıyor. Salak Maxi, arasın dursun :)


İyi haftasonları :))




p.s: Ayol buldum resmimi o kızılderili şapkasıyla, meğer önceden bloga koymuşum :))

3 Ekim 2007

güzelmişsin çirkinmişsin taç takmıyolar.



Maxi hasta. Çok zor nefes alıyor. Veterinere götürdüm, iğne yaptılar. Antibiyotik kullanıyor birkaç gündür. 16 yaşında. Sorun yaşaması normal diyorlar, sadece geceleri nefesi sıkışmadan uyusun istiyorum. Hanımefendi gündüzleri çok normal, hatta yaşına başına bakmadan havlayarak tüm mahalleyi ayağa kaldırmaya devam ediyor ama geceler biraz zor geçiyor.. Geçen sabah kalktığımda Maxi'yi odamdaki koltukta uyuklarken yakaladım. En büyük zevki kıyafetlerin üzerinde uyumak. Kendi kendine ütülenmiş kıyafetleri büzüştürüp yastık yapmayı da çok sever. Maxi sabah çok şirindi, uyandırmamak için parmaklarımın ucunda hazırlandım. İyileş artık Maxi..
*
*
*
*
*



Ofisteki odamda harika bir kutu var. Hatta şu aralar ofiste herkesin en sevdiği kutu o :) Ne güzel bir hediye di mi çikolata? Ben bu rengarenk süsleri olanları ilk defa gördüm. Onların tadına baktım ama sona onları saklıyorum. Bu sona saklama işi, obeziteye yatkınlığa işaret edermiş. En sevdiklerini ilk yemeyi tercih edenler, sona saklayanlara oranla daha az obez olurmuş. Daha az obez ne demekse artık.. Ben önce bi tadına bakarım en sevdiğimin, sonra da sona saklarım onu.
*
*
Havalar serinledi iyice. Bugün Ankara çok bulutluydu. Yağmur yağsın diye bekledim, yağmadı yine.

2 Ekim 2007

tavuk suyuna çorba

Şu ülkenin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi.
*

Geçtiğimiz Cuma yayınlanan Ceviz Kabuğu çok ilginç sahnelere şahit oldu. Konuklar, eşi Necip Hablemitoğlu’nu (Alman vakıfları ve Fethullah Gülen davası ile ilgili kimilerine göre "fazlaca" şey bilmekten dolayı) faili meçhul bir cinayete kurban veren Ankara Üniversitesi öğretim görevlisi Şengül Hablemitoğlu ve AKP Kurucu Üyesi Fatma Bostan Ünsal idi. Asıl konu bu aralar gündeme çarşaf gibi yayılan, yayılmak istenilen “Türkiye Malezya olur mu?” sorusu iken, elbette ki tartışma sadece bu suni gündem maddesinin üzerinde dönmedi. Yapılan tüm tartışmaların ötesinde bence en önemli konu AKP Kurucu Üyesi sıfatıyla oraya çıkmayı kabul etmiş hanımın cesaretiydi. Hanımefendinin gerçekten de Türk tarihinden, daha da fenası dünyadan haberi yoktu; ki oldukça sağlam bir cv'ye sahip kendisi aslında ama çoğu durumda olduğu gibi cv sadece bir kağıt parçası olarak kalmış, kendisini teğet geçmiş. Orayı çıkmayı kabul etmesi -pek tabi ki de oraya özgür bir iradeyle katılamayacağını hepimiz biliyoruz- hadi kendisi cesaretlendi meydan bizim nasılsa diyerek, nasıl oldu da birisi dur abla yahu sen daha ne olup bitiyor bilmiyorsun, ne işin var orada demedi, işte inanılmaz olan bu. Belki de inanılmaz filan değil. Belki de sadece ülkeyi 2 dönemdir üst üste yöneten zihniyetin, AKP’nin, kurucu bir üyesinin ne boyutta bir birikime sahip olduğu. Tamam, biraz iyimser olmaya çalışalım ve diyelim ki hepsi böyle değildir canııım. O zaman aslında durumun vahameti artıyor. Bu kadınları nasıl da konu mankeni olsunlar diye o “Kurucu Üye” listelerine koyduklarını apaçık görüyoruz. O kurucu üyeden hiç kimse “mavi mi giyeyim sarı mı“ diye bile fikir almaya yanaşmaz, çünkü aslında Siyasal Bilgiler fakültesi mezunu olmasına rağmen haklı çıkarabildiği, arkasında durabildiği tek bir cümle bile edemedi. Çok çok acıklıydı. Bence hep AKP, hem de bizim için.
*
Elbette ki AKP’nin çok akıllı ve kurnaz üst kurmayları bu hanımefendiden ülkenin atacağı adımlar hakkında bir fikir beyanatı beklemiyordur. Başı örtülü, makyajsız, kaşlara dokunulmamış ve ataerkil düzene koşulsuz itaat edecek, hiçbir bilgisi olmadan ülkeyi yöneten partinin kurucu üyesi olmaktan gocunmayacak, daha da fenası o pozisyonda olmasından hiç kimsenin gocunmayacağı örnek bir Türk kadını olarak “durmak yok yola devam” partisinin ideal bir Kurucu Üyesiydi belki de. Kurucu Üyeden ne anladıklarını öğrenmek lazım sanırım.
*
Program sadece bu hanımefendinin “Hımm evet öyle de olabilir”leriyle, Hulki Cevizoğlu’nun “Neden serbest bırakılmamış olmasına rağmen, AKP döneminde hiçbir türban protestosu olmadı?” sorusuna cevap olarak “Yorgunluk vardır belki de” gibi oldukça derin sosyolojik gözlemler içeren cevaplar vermesiyle sürüp gitmedi. Bir de adının altında ”İslamcı Yazar” ibaresi taşıyan Emine Şenlikoğlu isimli öbür hanımefendinin bilgi birikimini görmemize sebep oldu. Bu arada telefonla programa bağlanan teyzenin asla ve asla susmadığını, “boş şeyler çok ses çıkarır” sözünü doğrularcasına nefes almadan, kimseyi dinlemeden, mantıklı tek bir söz etmeden yarım saat boyunca konuştuğunu da ekleyeyim. Hanımefendinin şu şekilde vecizeleri oldu:


E.Ş: Sadece ordu takiye yapar.
H.C: Nasıl oluyor o? Açıklar mısınız?
E.Ş: 1974’e gidelim. Rauf Denktaş telefon açıp bir bayanın tatile gitmesini söylediğinde bu doğru muydu?
H.C: Anlayamıyorum neyi kastettiğinizi.
E.Ş: Kıbrıs olayı.
H.C: O sözü eden Ecevit’ti, bahsedilen bayan Turan Güneş'in kızının adını taşıyan Ayşe idi ve bu olay takiye değil, şifredir. O zaman hiç MİT olmasın, istihbarat olmasın, açık açık konuşsunlar mı?
E.Ş: İşte asıl takiyeyi onlar yapıyor. Başka bir şey söylerken başka bir şey kastediyorlar.
*

Yaaa işte durum böyle. İslam hukukunda takiyeyi sadece ordu yapar-mış. Hanımefendiden öğrenip öğrenebileceğimiz tek “bilgi” bu oldu. Birisi kafasını dürtükleyip “İslam hukukuna göre yönetilmiyoruz Emine abla, uyan da balığa gidelim” dese ne güzel olurdu. Telefondan, “Bu programda İslamiyete hakaret ediliyooooor!” diye bağrınan teyzeye, “Bir örnek verebilir misiniz?” dendiğinde tabi ki de hiiiiç şaşılmayacak şekilde örnek filan verememiş, ama boş kafaların “Ne, nerede hakaret ediliyor, o zaman hemen gidip indirelim” şeklinde çalışan kafasında şimşekleri çaktırmıştır. Hedefi göstermiştir. Birkaç kere “Ahhh keşke Malezya olsak!” çeken teyze, eminim ki “Oh be ne de güzel geçirdim!” rahatlığıyla kafasını yastığa koymuştur. İşte bunlar acıklı. Hem de çok.
*

Hayır, kafamı kapatacaklar diye korkmuyorum. Çünkü kapatamazlar, adım gibi biliyorum. Ama boş boş bağırıyorlar. Bildikleri bir şey yok insanların beynine nüfuz etmekten başka. Adının altında “yazar” kelimesi geçen, ”kurucu üye” olabilen bu kadınların herşeye rağmen bu sahnede olması tehlikeli. Onlar piyon, onlar konu mankeni. Onlar çok çabuk açık veriyorlar ama kimse görmüyor. Onlar göz göre göre hayatımızdalar, ülkeyi yönetiyorlar, iktidara sahipler.
*

Gerçi o köşede yıllardır durmadan ipe sapa gelmez, kimseye sataşmadan yazı yazamaz, ne tarikatçı, ne solcu olmayı becerememiş, kafası oldukça karışık Ahmet Hakan kişisi bile tutunabiliyor. Kimse "kardeşim ne diyorsun sen?” demiyor bu adama. İnsanın bir tane net fikri olur di mi şu hayatta? Yok. Yazdığım onlarca soru dolu e-maile cevap alamıyorum bir tane bile.
*

Bu insanlar rahat rahat yaşamaya, geceleri rahat uyumaya devam ediyor; gecenin 3buçuğunda kendini pişmiş tavuk gibi hissederek yatağa giden ben oluyorum.