29 Nisan 2007

Pavane

Efendim blog aleminin nelere kadir olduğunu görmek, anlamak, sevinmek ve üzülmekle meşgul olduğum sürecin büyük kısmını Tv, gazete, internet, dergi ve telefon başında gelişme takip ederek geçirmiş bulunuyorum. Bu dünyaya sadece tek bir konudan anlama yetisiyle bırakılmış olan kişiler varmış. Sanıyorum onlar, tv izlemek, ya da ne bileyim yemek yiyebilmek gibi kabiliyetlere sahipler "sadece". Aklım erdiğinden beri dünyada ne olup bitiyor, lezzetli yemek yemek için ne yapmak ve nereye gitmek gerekiyor, Avrupa sinemasında neler olup bitiyor ilgilenebiliyorum. Kitap okuyorum gözlerim kapanana dek, fındık kabuğunda yaşıyor gibi hissedip, başka dünyaları keşfetmek istiyor ve arkadaşlarımla lüzümsüz gevezelikler yapıyorum. Ve inanabiliyor musunuz aynı anda bir bünyede toplanıyor bunlar!!

"Vay be!" dediğinizi duyar gibiyim!! Belki de "Ne var ki yahu bunda?" diyorsunuzdur, o zaman elime mum dikin, çünkü buna şaşıranlar var. Onlara yakın zamanda kapasitelerini genişletmek için kendilerini zorlamalarını tavsiye ediyorum. Şanslılarsa fark edeceklerdir ki, aslında 2 ya da daha çok konu hakkında bir şeyler bilmek çok da imkansız değildir. Daha önce yemek hakkında yazmamış olsam, tamamen aynı kişi olarak siyaset hakkında bir blog açıp sadece o konu hakkında yazıyor olsam, daha çok kaale alınacak olma fikri, kaale alınacağım kitleyi benim kaale almamam yüzünden sadece bir teori olarak kalıyor. Bu arkadaşlara iyi şanslar dedikten sonra, bir süredir hakkında yazmak için sabırsızlandığım bir konuya geçmek istiyorum.

Konuya gayet ukalaca bir giriş yapma isteği var içimde, kendimi Müjde Ar'ı keşfetmiş gazinocular kralı gibi hissediyorum! Ekşisözlük'te hakkında sadece 5 entry görünce çok şaşırdım, bunu paylaşmak lazım o zaman dedim.

Konumuz Sebastian Koch. Almanca bilgimin ve ilgimin ortaokuldaki 2 seneyle sınırlı olması nedeniyle soyadının nasıl telafuz edileceğini bilmiyorum. Beyefendi hakkında Koç gibi koç! deyip de sonrada "Koh" olarak okunduğunu duymak istemediğimden "Koç gibi maşallah!" kısmını kendime saklıyorum!

İlk tanışmamız birkaç ay evvel "Das Leben der Anderen"i seyredip (bakalım ne demişiz önceden), Georg Dreyman karakterine hayran kalmamızla oldu. Daha sonra geçen hafta "Zwartboek"te General Müntze karakteriyle tekrar karşımıza çıkması sayesinde kalbimizdeki yerini pekiştirmekle kalmadı, George Clooney ve tayfasının yanında hemen yerini aldı.

Aslında 62 doğumlu olması sebebiyle Sebastian amca diye hitap etmem gerekse de, ben gazinocular kralı olduğum için buna gerek duymuyorum, bizim Sebastian işte, resmiyete ne gerek var! :)

IMDB sayesinde kariyerinin daha çok televizyon üzerine seyrettiğini üzüntüyle öğrendim. Son ataklarıyla ve artık zaten ilerleyen yaş itibariyle, sinemada hak ettiği kaliteli şöhrete ulaşmasının vaktinin çoktan geldiğini düşünüyorum.

Zwartboek-Kara Kitap sanırım hala gösterimde. 2006 Hollanda en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi kadın oyuncu ödüllerini almış. Ayrıca Hollanda'dan 2007 en iyi yabancı film oskarı adayı olmuş, aday olarak kalmış, ama en iyi yabancı film oskarını Das Leben Der Anderen-Başkalarının Hayatı'nın alması sebebiyle Sebastian, aslında bir taşla kaç kuş vurduğunu, gelen teklifler sayesinde bir tek kendisi biliyordur.

Zwartboek, Carice van Houten, namı diğer Ellis hanımın bütün film manken vücuduyla arz-ı endam etmesi sebebiyle aslında asla seyretmekten bıkmadığım 2. Dünya Savaşı üzerine filmler arasında konunun ciddiyetini yansıtması bakımından en başarılı bulduklarımdan biri olamadı, ama kurguyu bir tarafa bırakırsak, oyuncuların performansının tavana vurduğu bir yapım olduğu da bir gerçek. Ben sevdim. Hem de çok. Yahudilerin 2. Dünya Savaşı sırasında maruz kaldıkları insanlık ayıbını gördükçe de, her seferinde kendi geçmişlerine bu kadar sahip çıkan bir topluluğun şimdi İsrail olarak yaptıklarını anlamakta daha da büyük zorluk çekiyorum.

Zwartboek'i seyredin. Daha önce seyretmediyseniz Das Leben der Anderen'i de seyredin.
Benden duymuş olmayın, 8 Haziran'da gösterime girecek Ocean's Thirteen. Al Pacino'yu 13.eleman olarak gruba alarak, "Bunlar da abarttı Ocean's Thirteen diye" söylenmemi engellemişlerdir. Al Pacino, George Clooney, Brad Pitt, Matt Damon, Andy Garcia.. Amerikan sinemasından haz etmiyoruz ama buna direnecek kadar da değil!

Danny Ocean'a önerim, madem ki thirteen'e kadar çıkıldı, bir fourteen de düşünülüyorsa, gruba biraz da "multi-national"lık katıp, Sebastian Koch'u kadroya almalarıdır.
Ve sen ben değirmenlere karşı,
bile bile birer yitik savaşçı,
akarız dereler gibi denizlere..
Belki de en güzeli böyle..

22 Nisan 2007

Çubuk

Sanki ayaklarım yerden 1 santim yukarıda, yere temas etmeden yürüyorum gibi.. Bu aklın yerinde olmaması değil de, aklın yerinde olmasını uzun süredir unutmuşluk gibi.. Sanki dizdim dizdim tetriste küçük karelerden oluşmuş tuhaf parçacıkları, tek bir sütunu eksik bir kule yaptım, bir çubuk bekliyorum; o çubuk bir türlü gelmiyor gibi.. 'Neden dizdim ki bu kadar, adam gibi ikişer üçer kaydırmak varken sıraları' diye içten içe kendine kızmakla, 'Boşver iyi oldu' demenin arasında devamlı gider gelir gibi..
'Nerden bulucam ben şimdi gugılda tetriste anlatmaya çalıştığım durumu' derken, tetris yazıp aratınca ilk çıkan resmin bahsettiğim şey olması, bir anlığına bile olsa demek ki yalnız değilim dedirtmesi gibi.. Ama sadece bir anlığına..

20 Nisan 2007

Sıradan bir gün..

Aslında diyorum ki burada böyle şeyler yazmayayım ama o kadar çok söyleyecek şey var ki, diyorum ki acaba ayrı bir blog açıp orada sadece bunlar hakkında mı yazsam.. Çünkü burası eğlenceli bir yer olsun istiyorum, yemek olsun, gezmek olsun ama susarsam, yazmazsam kendimi çok kötü hissedeceğim. Bu eğlenceli bir cuma yazısı olmayacak, üzgünüm.
Her sabah gazeteyi açıyorum, o bilmemkaç sayfaya sığdırılmış hepsi birbirinden tuhaf, hepsi aynı ölçüde şaşırtıcı, aslında yeri yerinden oynatması gereken haberleri okuyorum. Ertesi gün tekrar aynı şey. Aynı gün içinde bin tane olay oluyor. Bin türlü nasıl o makama ulaştığı belli olmayan dangalak, "Ben salağım, bari biraz çenemi tutayım da kimse çakmasın" yerine "Ohh yerleştim buraya göğsümü gere gere ağzıma geleni sayarım, arkamı da dayadım AKP'ye, yiyorsa biri bir laf etsin, cehennemin dibine yollatırız evelallah." diyor. Çünkü dangalak.

Bu sabah saatlerce kendime gelemedim. Her şey birbirine bağlı, bu bağlar o kadar kördüğüm ki..
Denizli'de türbanlı ilköğretim öğrencilerinden oluşan koro, Kutlu Doğum Haftası sebebiyle, ilahiler okudu ve canlandırılan piyeste kötülüğü temsil eden bir canavarı tekbir ve dualarla öldürdüler. Fotoğrafta kızlarla erkeklerin ayrı taraflarda durduğu ise aşikar. Bu kızların başı normalde de mi kapalı, yoksa bu olay için zorla mı kapattırıldı çok büyük merak içindeyim. Bu, Denizli İl Müftülüğü ve AKP'li Belediyenin ortak bir organizasyonuydu, Vali yardımcısı da çıkıp konuşma yapmış. Bizim vergilerimizle maaş alıyor bu insanlar, tek bir kuruşunu bile helal etmiyorum. Mehmet Y. Yılmaz güzel söylemiş: Sen daha 8 yaşındayken çocuğa kötülükle savaşmanın tek yolunun onu öldürmek olduğunu söylersen ondan sonra "kötü" görüldüğü için öldürülen Hrant Dinklere, Uğur Mumculara şaşırıp durursun.

Hiç şaşırma çünkü ardı arkası kesilmiyor, bu gidişle de kesilmez. Sadece göz önündeki kişiler değil çünkü nasibini alan.. Fikirlerine ters olan herhangi biri de olur. 5 tane kendini bilmez, Hristiyanlık hakkında kitaplar basan bir yayınevine girip 3 kişinin boğazını kesiyor. Boğaz kesmek nedir? Bir düşünün. Bir farenin boğazını kestiğinizi düşünün. İnsanın kanı donuyor. "Vatan için" yapmışlar. Sağol ya, teşekkürler, ne kadar iyi yaptın, hepimiz de senden bunu bekliyorduk, Vatan kurtuldu, peki senden nasıl kurtulacağız? "Uğur Yüksel’in kalça, testis, anüs, bel ve sırtından onlarca bıçak darbesi aldığı, 51 ünite kan verilmesine rağmen kurtarılamadığı belirtildi." Nereye çalışacağını da iyi bilir maşallah, kafa bu kadar çünkü.. Öldürdü, sorun çözüldü. Bu hastalıklı zihniyeti bir insana 18 yaşında veremezsin, çocukluğundan itibaren işlersin beynine, anca öyle bu hale getirebilirsin.. Kimbilir arkasında neler dönüyor.. Ha unutmadan, bu gençler Işıkçılar tarikatına bağlı İhlas Vakfı'nın yurdunda kalıyorlarmış. Sadece bilgi olsun diye. Burası vermemiş sürpriz olarak, ben belirteyim dedim. Daha neler neler çıkacaktır işin içinden. Bakalım, görelim.

Önümüz 23 Nisan. İlkokul, ortaokul yıllarını Ankara'da geçirmiş her çocuk bilir Atatürk Spor Salonu'nun, 19 Mayıs Stadyumu'nun 23 Nisan açısından önemini... Hazırlanılır, haftalarca çalışılır, genelde yağmur yağar!, bir çok ülkeden gelen öğrencilerle birlikte orada saatlerce süren kutlamalar yapılır. Bu sene 23 Nisan'da Atatürk Spor Salonu'nda Kuran okuma yarışması var! Ne, yoğurt mu dediniz? Tesadüfe bak ya, çok ilginç.. Saati geç diyenler olacaktır. Peh! diyorum kendilerine.. Bakalım TRT hangisini daha üzün süre yayınlayacak? :) 14 Nisan Mitingi'ne 1 dakika 20 saniye ile neredeyse tüm kanallar içinde en az süreyi ayıran olduğunu duymuşsunuzdur..

Belki de mini minnacık yazıldığı için şu haber de gözden kaçmıştır: Milli Eğitim Bakanlığı'nın yeni yönetmeliğine göre, artık kurum ve okul yöneticilikleri için sınav yapılmayacak. Tüm müdürlerin atamaları Bakanlık, diğer yönetici atamaları da valilik tarafından yapılacak. Yani bir müdür, müdür yardımcısını arkadaşları arasından seçebilecek.. Valilerin, bakanların bütün hala oğlu, başı açık teyze kızı, şöförünün abisi seneye sizin çocukların başına geliyor.. Bir sonraki okul gösterisine gittiğinizde Denizli'deki gibi bir şey görürseniz şok olmayın. Ya da yandaki gibi bir kitapla eve gelirse..

An itibariyle Hürriyet'te en çok okunan haberlerde Tamer Karadağlı'nın evi karısına bırakmış olması, kalkık poponun sırları filan vardı..
Bunlar sadece ve sadece 19 Nisan Perşembe günü gözüme çarpan şeyler. Bakalım yarın neler var..
Commentleri merak ediyorum o yüzden kapatmıyorum ama iyi ya da kötü hiçbirini yayınlamayacağım; sonradan "Neden yayınlamıyorsun" denmesin küfürlü commentler için diye. Mail adresim yukarıda.

17 Nisan 2007

Çırptım çırptım karıştırdım

Bu sabah 25 harflik ismi yeterince zor değilmiş gibi ismi oluşturan kelimlerin de birleşik yazıldığı, çok ortaklı, "Adımızı düzgün söyleyebileni işe alıyoruz" gibi bir ön şart koysalar eleme işlerinin büyük kısmının kendiliğinden hallolacağı bir şirkete görüşmeye gittim. Bu ilk mülakattı. Allah bilir daha kaç adım olacak.

- Biz bilmemne şirketiz. Şunları bunları yapıyoruz. Cvniz zaten önümde ama bir de siz anlatın.
- Ben Ayşe ODTÜ bıdı bıdı. Mühendis bıdı bıdı, MBA bıdı bıdı.
- İlginç. Neden MBA, neden İtalya? (lütfen lütfen biraz yaratıcılık!)
- Bıdı bıdı.
- Biz çok çalışırız, yoğun tempo cart curt.
- Ooo amca sen ne diyosun, ben aslanım kaplanım, çok çalışkanım, bir an önce plaza sendromuna girmeyi dört gözle bekliyorum. ..

Madem ki siz bu kadar süper şahane şirketlersiniz, bilmem kaç milyar dolar cironuz var, neden tek bir adımda anlayamıyorsunuz kimin iş için doğru olduğunu? Tutun en kral HRcıyı, söylesin size. Bu 85 adımlı mülakat işi modasını kim çıkardı? Gerçekten verimli mi, yoksa bu sadece psikolojik bir test mi? Eğer öyleyse bize yazık değil mi? Bu adamlar bu kadar adımda alıyorlar insanları, sonradan hiç onları yanıltan "Lan biz nasıl aldık bu dangalağı" dedirten bir durum olmuyor mu? ..

Ne Clark Kent'im, ne süpermenim. Şimdiden bıktım sıkıldım bu iş bulma işinden. Haydi bakalım.

Cumartesi günü Cumhuriyet yürüyüşünden sonra mutlu ve yorgun bir halde en yakın nereye atabiliriz kendimizi diye düşünüp Bahçeli'ye geldik. Şehir dışından gelen çooooook fazla insan olduğu ve havanın da "Evet evet harika bir şey yapıyorsunuz!" diyerek 18 derecelik güneşini bize sunması sayesinde Ankara'nın Bahçelievler semti tarihinin en kalabalık ve turist dolu gününü geçirdi. Ayaküstü birşeyler atıştırdıktan sonra üniversite nostaljisi yaparak bir oyun cafeye gittik. İpucu diye bir oyun varmış. Bana öğrettiler, ben de onları çok sistematik çalışmalar sonucu ilk oyunda yendim :)


İşte sistematik çalışmalarım. Cv'ye ek olarak koysam mı diye düşünüyorum! :) Baran'ın gündüz vakti sıcacık havada ballı süt içtiğini ise kimseye söylemeyeceğim.

Fazla gel-gitleri olan biri değilim. Genelde stabil bir ruh halim vardır. Bu aralar bazen geliyorlar. Keyfim kaçtığında kafamı dağıtmak için aralıklı olarak değiştirdiğim kozlarım var benim. Herkesin vardır gerçi. Bu aralar keyifsizlik aspirini olarak şunları yapıyorum :

Dinliyorum:



İlk olarak
onların blogunda görmüştüm bu şarkıyı. Ki kendilerini şahsen de tanırım, gayet tatlı insanlar. Duyduğumdan beri dinliyorum. Bilenler diyor ki gece hayatında çalınmış bunun remixleri, bizim alakamız yok geç takip ediyoruz tabi. Bu Fince şarkı keyfim yerinde olmasa da beni kahkahalarla güldürüyor. Aaa bu ne biçim şey, bir de tiplerini göreyim diyenlere. yutüp.

Oynuyorum:

Senelerdir çılgınca sevdiğim pac-man'in yerini almaya aday bir oyun buldum. Cake Mania! Küçük pastanenizde müşterilerilerin farklı pasta isteklerini yerine getirip o ayki hedef kâra ulaşmaya çalışıyorsunuz. Tam benlik. Arayıp da bulamadığım şey :) Çok eğleniyorum efendim, oyunu bitirdim bile, baştan baştan oynuyorum.

Bakıyorum:
Positano, Amalfi
2004 yazı
tekrar orada olmak istiyorum.


Bu aralar hayat böyle geçiyor..

Sadece bir an için benle mülakat yapan kişinin burayı okuduğunu düşündüm. Aman aman.

16 Nisan 2007

Capote'yi nasıl bilirdiniz?

Philip Seymour Hoffman'ın 2005 en iyi oyuncu oskarı ve golden globe kaptığı Capote'yi vaktinde seyredemedim diye üzülüyordum. Meğerse hayırlara vesileymiş.

Bir de Toby Jones'lu Infamous'ı yakalayınca, her biri Truman Capote'nin In Cold Blood'ının yazılış hikayesini anlatan bu biyografik filmlerden 2 film birden partisi yaptım kendi kendime.
In Cold Blood'ı okumadım. Filmleri seyrederken okumadığıma aslında memnun oldum, şimdi ilk fırsatta okuyacağım. Kitabı 'Soğukkanlılıkla' olarak Sel Yayınlarından bulabiliyormuşuz.
Truman Capote'yi aslında bilmeyen yok gibidir, özellikle de bu filmlerden sonra herhalde yok.. Ki ne iyi etmişler de çekmişler, daha iyi tanıyalım kendisini.. Farklı, cesur.. Hem de eski zamanlarda, sanki çok daha zormuş gibi gelir bana.

Kimdir o bilmiyorum diyen insanlar bile Audrey Hepburn'lü 'Breakfast at Tiffany's'i mutlaka biliyorlardır. Film Capote'nin aynı isimli romanından uyarlama. Yani dolaylı yoldan aslında tanışıyoruz hepimiz kendisiyle. Holly Golightly bana göre yaratılmış en muhteşem karakterlerden biridir, Moon River ise her dem dinlenesi.
In Cold Blood kitabının yazım aşamasını anlatan filmlerde Capote'nin bir aileyi öldüren iki katilden biriyle yakınlaşması üzerine gidiliyor. Bir gazete haberi üzerine ilgisini çeken bu cinayet hakkında yazmak için küçük bir kasabaya gidiyor ve yazılış hikayesi böylece başlamış oluyor.
Capote matrak bir gay. Hem de filmlerin 60larda geçmesi göz önüne alınırsa oldukça cesur çıkışları ve kimliğini gizlemek bir tarafa dursun, kendi ve etrafıyla olabildiğinde bir alaycı halleri şaşırtıcı. Şalları, uzun paltoları ve mimikleri ile tamamen "unique" bir duruşu var. Humprey Bogart'tan Marilyn Monroe'ya kadar uzanan geniş arkadaş çevresi ile ilgili anılarını anlatmaya bayılıyor ve Humprey Bogart'ı bilek güreşinde yendiğini iddia ediyor. Duyanlar inanamıyor! Her şey bu kadar güllük gülistanlık değil, bunları da filmi seyrettikçe görüyoruz. Capote'nin berbat bir çocukluk geçirmiş olmasının etkileri üstüne basa basa işlenmiş.


Infamous'ı duyduğum zaman -ki umuyorum bunu ünsüz diye çevirmeye kalkışmazlar- başrol oyuncusu oskar almış biyografik bir filmle tamamen aynı konuya ve aynı zaman dilimine eğilen bir film yapmak nasıl bir cesarettir diye düşünmüştüm. Sonradan öğrendiğime göre aslında yapım aşamaları aynı dönemde başlamış, fakat Capote, Infamous'tan daha hızlı yaşama geçirilmiş. Böylece de aslında Infamous'a yazık olmuş. Filmlerle ilgili söylenecek çok fazla şey var, ben girmiyorum oralara, seyrediniz, görünüz. Sadece 2 Capote ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.

Philip Seymour Hoffman benim her zaman çok beğendiğim bir oyuncu olmuştur. Hiçbir zaman tam anlamıyla parlamasa da -ben bunun onun kişisel tercihi olduğunu düşünüyorum garip bir şekilde- hep güzel filmlerde, rolüne cuk diye oturmuş bir aktör beyefendi kendisi. Hep de iyi filmlerde oynamıştır zaten, kaliteli bir kişilik, beğenerek izliyoruz. Capote'de de çok başarılı, saatlerce öyle konuşmak normalde boru bir ses tonuna sahip bir insan için çok çok zor olsa gerek! Role çok hakim. Aldığı ödülü de hak etmiş, güle güle saklasın büfesinde diyoruz.


Gelelim asıl kahramana. Toby Jones. Biraz önce bahsettiğim gibi nasıl olur da bu kadar başarılı olmuş, bir sürü ödül almış bir filmin tıpatıp aynısıyla ortaya çıkma cesareti gösterebiliyor birileri? Ancak Toby Jones'sanız bunu yapabilirsiniz. Sigara içişi, konuşması, belki de Capote'ye olan fiziksel benzerliğinin Hoffman'a göre çok daha belirgin olmasının da avantajıyla Toby Jones beni büyüledi. Belki de hayatının rolünü oynuyor. Hoffman'dan daha başarılı bir performans sergilediği ortada. Filmin kurgusunun da Capote'ye göre daha akıcı ve sıcak olduğunu göz önüne alırsak bu roundda Infamous, Capote'yi; Toby Jones da Philip Seymour Hoffman'ı döver.

Şimdi gidip Toby'ye oskar da vermezler. Yazık olmuş Toby'ye. Sen benim kalbimin Capote'sisin Toby üzülme.

14 Nisan 2007

Taze taze

Keşke ben de orada olabilseydim diyenlere, oradaki birinin gözünden...
Bugün çok güzel bir gündü. Umarım sonrası da güzel olur ve mesaj yerini bulur..

13 Nisan 2007

Yeşil Hayat mı acaba?

Ben vejetaryen değilim. Kırmızı et sevmem. Tavuk da sevmem. Ama balık çok severim. Bu da vejetaryen olmamı engelliyor. Aslında sonsuza dek hamurişi ve sebze yiyerek yaşayabilirim, arada bir balık yesem de olur. Rakı içerken. Deniz ürünlerini ise sanırım balıktan daha çok seviyorum. Söylemek istediğim şeyden on arşın daha uzaklaşmadan konuya döneyim. Sebze yemek aslında çok güzel olabilir. Çocuklukta oluşan pırasa yemem- bamya yemem- enginar yemem- karnabahar yemem gibi fikirleri bir tarafa atarsak, yeterince büyümenin de etkisiyle olacak, aslında bu sebze kardeşlerin çok lezzetli şeyler olduğunu keşfedebiliriz. Tatilde aldığım 2 kilo hala yerinde duruyor. Bir insanın 52 ile 54 kilo olması arasında bu kadar fark olabilir mi diye hayretlerim şaşıyor! Kendimize güzel sebze tabakları yapıyoruz, yeşil yeşil yiyoruz efendim. Pek de lezzetli oluyor. Fotoğraftaki fasulyeleri tavsiye ediyorum. Normal yeşil fasulyeden daha ince ve geniş. Buharda pişirince cips gibi çıtır çıtır oluyor. Bin tane yenebilir. Fasulye, kuşkonmaz, minyatür kabak ve e artık o kadar da olsun 5 adet yaprak sarma ( o da sebze sayılır, dışardan bişey görünmüyor!) ile gayet güzel bir tabak hazırlayıp yiyorsunuz, isterseniz üzerine sarımsaklı zeytinyağı ya da yoğurt ekleyebilirsiniz. Yine de tavsiyem benim gibi bu sağlıklı tabağın üzerine çikolatalı dondurmaları yememenizdir. Sonradan kafanızda ""Salak! Bari bir tabak makarna yeseydin!" gibi gereksiz sesler oluşmasına sebep olabilir. Boşverin. Yeşil tabak lezzetli. Bikiniler ufacık. Kışa daha çok var. Daha 2 gün oldu, ne kadar dayanırım bilinmez. İddia ediyorum, dünya üzerinde yememeye en dayanızsız bünye benimki.

Bu fotoğraf geçen yazdan kalma. Bizim ön balkon. Bu fotoğrafa bakmak bile beni kötü yapıyor. Yaz gelsin, balkon şarap geceleri olsun. Yanında peynirle cips olsun. Migros'un ortası delikli garip cipsi tüm cipsleri döver. Yine de benim favorim hep Ruffles. Bir de hani eskiden marketlerde satılan çok yağlı incecik cipsler olurdu ya , şeffaf plastik poşetlerde. Ben onlara bayılırım. Lays gibi hani ama hiç bir pazarlama tekniği uygulanmadan kendini rafta buluvermiş. Pringles ekşi kremalının da yeri ayrıdır tabii. Çok uzun zamandır yemedim ben cips. Ayşegül hanım ders çalışırken önümüzde yığardı da dağ gibi turuncu Rufflesları, yağlı parmaklarla sayfa çeviremezdik :)

Bir de kayıp ilanı vermek istiyorum. Çikolatayla fazla arası olmayan bir insanım ama küçüklüğümde yediğim Cadbury'nin Flake isimli çikolatası aklımdan bir türlü çıkmıyor. Öyle yurtdışı filan da değil, bizim alttaki süpermarketten alıyordum. Sonra bir gün gelmemeye başladı. Bir daha da görmedim. Yurtdışına çıktığımda da aradım, bulamadım. Milka Luflee'nin içi az biraz andırıyor olsa da Flake gibisini bir daha görmedim. İnternette hala gayet güzel süzülüyor olduğuna göre, piyasada olduğuna eminim. Neden yollarımız kesişmiyor sevgili flake?


2 kilo vermem gerek diyip, yeşil tabağı anlatmak isterken cips ve çikolatadan çıktığımı sinir içinde farkettim. This is Ayse's World. Hoşgeldiniz!


*Flake resimlerini şuradan buldum. Akıllara zarar.
*Bir arabadan daha bangır bangır Ferhat Göçer'in yeni ağlak şarkısının geldiğini duyarsam çıldırıcam.
*Aslında bahsetmekten emin olmadığım bir konu da şu: Dinci bloglarda kendi linkimi görünce inanılmaz şaşırıyorum. Ben burda rakı şarap filan anlatıyorum. Hakikaten ilginç. Ben mi tuhaf düşünüyorum yoksa onlar mı çözemedim.

*Hem 13 hem cuma. Nolucaksa.

11 Nisan 2007

tebdil-i mekanda ferahlık varmış aslında.

Evet evet tatil modundan çıkamıyorum bir türlü ama şimdi bu fotoğraflara da yazık, bin tane fotoğraf çekmişim..

Günlerdir bahsi geçen ve akıldan çıkmayan parfümün sahibi portakal ağacı. Neden koparıp yemediysek? Hayatımda portakal yemeyen, portakal suyu içemeyen bir insanım. Bugün meraktan evde portakal kokladım :) Öyle kokmuyormuş.


Capon balıkları : Hoşgeldiniz!!! Kırmızı ışıkta beyaz oluyorlar, ciddi söylüyorum! Sıra sıra japon balıkları. Ben üzülüyorum yalnız olanlarına, 2 kişi olanlar görece daha şanslı. Acaba onlar da öyle mi düşünüyordur yoksa zaten micik olan fanusta daha mı çok yer kalsın istiyorlardır kendilerine? Bizim başkaları için düşündüğümüz 'en iyi' her zaman 'en iyi' değildir bazen onların gözünden.


Renklerle oynanmamış bir fotoğraf bu. Gerçekten böyleydi. Pavyonumsu kırmızı, sanki çok pavyon görmüşüm gibi! Ama youtubede çok komik pavyon videoları var -kendim bulmadım bunları, şaka mı gerçek mi onu da anlamadım!!-, biraz da acıklı, ne biliyim, ben Amsterdam'da Redlight District'te de aynen öyle olmuştum zaten.. Neyse, a couple of Mojitos ve arkada üniforma converselerim! Değiştir şunları Ayşe, ya da yenisini al kendine!! Mojito içerken kafadan Bacardi mojito reklam müziği güm güm yapıyor, belki de bunun sebebi mojitolardan önceki rakılar.. Kim bilebilir ki?? :)


Ertesi gün kenarları ayakkabı bağcığına benzeyen bikiniyle aralıksız 5 saat yatacaksan güneşin altında, bir gece önce kaç rakı ya da mojito içtiğinin bir önemi var mı sanıyorsun? Yok. Yat yatabildiğin kadar, son limonatayı da yandaki İngiliz turist kızlar içsin, sana limonata kalmasın.


Dönüş yolunda "Geçse de yolumuz bozkılardan, denizlere çıkar sokaklar" söyledik.. Ben ODTÜ şenliklerine bu sene kimler gelsin istiyorum listesi yaptım. Liste şöyle: Mor ve Ötesi, Yeni Türkü, MFÖ, Duman. Sadece 4 hakkım olsa bunları seçerdim. Neden 3 ya da 5 değil de 4 bilmiyorum.

Normal hayata adapte olma çalışmaları:
1. 4 günlük tatilin hediyesi olan 2 kilo nasıl eritilecek o düşünülüyor. Bir de bugün 8 km yürüdüm uzun aradan sonra tekrar, bunu her gün yapmayı düşünüyorum. Bugün madem ki 8 km yürüdüm o zaman önceden yediğim koskoca bir kremalı milföyü ve bir kase çikolatalı dondurmayı eritmişimdir değil mi? Yeterince isteyerek ve severek yenen şeyler kilo yapmaz zaten, di mi? :)
2. Süper filmler seyrettim bu ara. Bir de en yakın zamanda karşılaştırmalı bir Capote yazısı yazmak istiyorum.
3. Kahramanmaraş'a Ankara'dan hergün uçuş yokmuş,
4. Hepiniz geliyorsunuz di mi Cumhuriyet yürüyüşüne cumartesi günü???

8 Nisan 2007

yaz gelmiş sen daha uyu.

Ben geldim. Aklım gelemedi henüz. İnsanlar yüzüyor şimdiden biliyor musun? Gerçekten. Yattım güneşlendim ben bikiniyle. Hatta burnum kıpkırmızı oldu, askı izim bile oldu. Manyakça bir şey. 6 saat mesafede sadece. Doğru vakit buymuş..
Deniz kıyısında yaşamak insan hayatında ne kadar önemli, milyonuncu kez hatırladım. İnsan gün içinde 5 dakika bile olsa deniz görse nasıl da yumuşuyor, nasıl jöleleşiyor yine gördüm.

3 günlüğüne harikalar diyarındaki Alice oldum. Plajda yattım elmalı terliklerimi giyip. Evet, açık ayakkabıyla dolaşıyor herkes.. Ben sevmem çorapları hiç. Ne güzelmiş açık ayakkabı, parmak arası terlikler, oh be!

Duştayken, bütün gün çıplak ayakla çimlerde koşuşturmaktan dolayı kahverengi olmuş ayaklarımdan çamurlu sular akarken olayın görüntüsüyle büyük tezat oluşturacak şeyler düşündüm. Mutluluk hakkında. Yazmaya çalıştım, olmuyor. Şunun gibi bir şeyler özetle: Aslında fazla şeye gerek yok, sadece şansların değerini bilmek gerek, kesin var bir yerlerde o şans çünkü. Anlatamadım, biliyordum zaten. Herneyse, öyle bir şeyler işte..
Mutlu hissettim kendimi çok içimde biryerlerden. Güzeldi çok.Sabah şuna gözünü açınca ömrün uzar; bu da bilimsel bir gerçek olsa gerek. Yüzüyorlar adamlar yahu, söylemiş miydim? Nisanın başında sokaklarda portakal ağaçları çiçek açmış ve tüm sokaklar buram buram portakal ağacı kokuyor. Ben bilmezdim portakal ağacı kokusu, hakikaten inanılmaz bir şey. Bildiğin iksir. Başım döndü benim.

Antalya ne güzel şehirmiş, benim gibi yazın orada nefes alamayanlar için "exactly the right time" Nisanmış. Çok aklım kaldı çooook.. Bir de ertesi gün işe gidecek olsaydım tam anlamıyla buraya yazamayacağım gibi hissederdim.. Bak nasıl da pozitifim.. Çekip gitmek lazım arada bir. Kesin olan şey bu.

3 Nisan 2007

andiamo*

Dear diary,
Alışıyoruz belli bir rotaya ve o rotada yürüyüp duruyoruz sadece yola bakarak. Mesela İstanbul'a gittiğim zamanlarda hep hayret ediyorum telaş içinde bir yerlere koşturan insanlara. Etrafta o kadar güzel şey varken, kimse kafasını kaldırıp yukarı bakmıyor, yukarı bakarak yürüyen sanki bir tek benmişim gibi geliyor. Tamam hayat şartları, daimi kaos falan filan. Vapurda insanlar denize bakmıyor. Belki de alışılabilecek bir güzelliktir bu ama bana öyle gelmiyor. Ben İstanbul'da yaşasam her gün vapura binsem, her gün yine denize bakarım. Gibi geliyor.
Bütün kış bahar gibi olan hava, şu aralar bir tuhaf. Garip yağmurlar yağıyor; 2 damla yağıyor, duruyor, 1 saat sonra aynı şey, sonra güneş açıyor. İnsanı aptallaştırıyor. Tunalı'nın cumartesi telaşesine girmemeyi tercih eden biri olarak uzun zaman sonra bir cumartesi Tunalı'daydım. Ankara'yı bilmeyenler için kısaca Tunalı'nın Ankara'nın en merkezi yerlerinden biri olduğunu söyleyelim bari. Gayet cıngıllı olur, hayatın merkezi gibidir aslında; bir kaç merkez daha var tabii. Önce şahane Cafe des Cafes milkshake'i, ardından da en son küçüklüğümde gittiğim Seymenler Parkı'na doğru oldukça yokuş yukarı bir yürüyüş. Seymenler Parkı aslında o kadar ortada bir yerde ki, hayatının neredeyse tamamını Ankara'da geçirmiş birinin buraya en son çocukluğunda gelmiş olması tuhaf. Onlarca çocukluk fotoğrafım var bu parkta oynarken. Bana kocamaaaan görünürdü burası. O yüzden 2 kat şaşırdım cumartesi, aslında pek büyük değilmiş, ben büyümüşüm, orası küçükmüş. Bir cumartesi için ürperti verecek kadar boştu park. Ankara'nın orta yerindeki park. Hatta bir tek biz vardık. Bir de büyük ihtimalle mimarlıkta okuyan 3 öğrenci. Sakinliği güzel geldi ama cumartesi için yine de tuhaftı. Bir banka oturduk. Yağmur başladı. Ama güzeldi. Yürüdük. Kapüşon diyor doğrusuna TDK ama kapüşon demek hakikaten zor, ben kapşon diyeceğim. Kapşonum hep açıldı rüzgardan geri kapatmadım ben de. (sadece bunu söylemek istemiştim)
O park güzel bir yer. Hava yağmurlu olmayınca yine gideceğim. Yanına da kocaman alışveriş merkezi yapıyorlar. Alışveriş merkezi cenneti Ankara. Ankara'da bütün yollar karıştı günlük. Ama hepsi. Her yer tek yön. Dönüp duruyorsun bir yere gitmek için. Trafik olmayan her yerde trafik var artık. Belediye başkanı sanatın içine tükürmüştü, şimdi onun yollarına biz ne yapabiliyoruz günlük? Tükürsen kim takar? Protokol yolundan aşağı inişi gördün mü? Yana 3 cm kaldırım yapmış, insanlar Ankara'nın en işlek yollarından birinde yolun ortasından yürüyor kaldırım olmadığı için. Bir sürü kaza olacak. Adamın oğlunu da başımıza dikmeye çalışıyorlar günlük. İçim sıkıldı.


Güzel bir şeyler de olsun istiyoruz, uğraşıyoruz. Mesela bu aralar masaüstüm içimi açıyor. Yeni yemyeşil wallpaperım ve kurabiyeli wmp skinim çok şeker.

Asıl süper şey ise perşembe günü oluyor. Ben güneye gidiyorum günlük. Deniz göreceğim, gerçekten bakacağım. Bembeyaz bir yere gidiyorum. Yazları sıcağı yüzünden gitmekten nefret ettiğim bir yere. Hem henüz turistler de yoktur, kendi denizimizin tadını kendimizi çıkarırız. Milliyetçilik değil bu, ama siz de işgal edilmiş gibi hissetmiyor musunuz her yeri İngilizler, Ruslar (bu da yeni çıktı, bunlar ne zaman zengin oldu?), Almanlar ve bilmemkimler basınca göz alabildiğince. Ben hissediyorum.

Tatil konusunda çok heyecanlıyım. Tatil çok iyi gelecek. Sadece birkaç gün. Görüşürüz.

*it. let's go gibi

1 Nisan 2007

Siyasetin göbeğinde akşam yemeği :)

Ankara'nın kafasına taş düşmüş olacak ya da birileri "gidecek yer yok" diye bağırışlarımızı sonunda duymuş olacak ki, devamlı yeni açılan yerlerin haberi geliyor. Bir listem var, ekliyorum duyduklarımı, zaman buldukça denemek için.. Bahar sezonu teftiş turumuza White House ile başladık cuma gecesi. Beyaz Saray'ı çağrıştırıp da tüylerimizi diken diken etme kısmını geçerek, önyargımızı yenersek aslında bu ismin sadece binanın dış boyasından kaynaklandığını görüyoruz. Küçük avea yaratıkları gibi "oh be!" diyoruz.Ey İstanbullular siz denize karşı yemek yiyorsunuz peki biz ne yapıyoruz? Süleyman Demirel'e karşı yemek yiyoruz! White House, kaderin bir cilvesi ya da espri anlayışı gelişmiş birinin eseri olarak Güniz Sokak'ta, Süleyman Demirel'in evinin tam karşısında! Neyse efendim, içinde 4 ayrı restoran var. Bu fikri çok akıllıca buldum. Büyük bir villanın içinde balıkçı, kebapçı, İtalyan restoranı ve bir cafe var. Hepsi birbirinden bağımsız. İçeri girdiğinizde de öyle kalabalıkla filan karşılaşmıyorsunuz, hatta gayet ferah.. Biz İtalyan restoranı olan "Resto"ya gittik. Çok şık döşenmiş. Cam kenarında yer ayırtmak akıllıca olur. Deniz yok biliyorum, Süleyman Demirel'i görme umuduyla da değil, restoran ince bir L şeklinde, o yüzden cam kenarı daha hoş. Piyano eşliğinde yemek yiyorsunuz. Süleyman Demirel, piyano filan olunca gözünüzde ağır otellerin balo salonları gibi bir şey canlanmasın, çok rahat bir ortam. Garsonları çok çok sevdik, piyanist tanıdık çıktı, yemeklerden çok memnun kaldık ve fiyatlar da inanılmazdı. Burayı sevmek için bir sürü sebebimiz oldu nitekim!..

Bakalım neler yemişiz :)
Başlangıç olarak Peynir Fondü aldık. Vaktinde evcini'nden görüp, Mudo Concept'ten bir fondü seti almıştım, hala duruyor evde biryerlerde, elbet bir gün yapacağım.. Hep merak ederdim fondüyü, bu sefer menüde görünce istedik. Kızarmış ekmek, çıtır elma (hakikaten güzel oluyormuş!) ve küçük tuzlu çubuklarla birlikte servis ettiler. Peynire bulayarak yedik, hatta onları bitirdik, masaya gelen normal ekmekleri de peynirleyip mideye indirdik. Peynir Fondü pek harika bir şeymiş, evde de yapılmalı.

Menü gayet güzel, yemek seçmek oldukça zor. 5 peynirli ravioli ve biftekli noodle istedik. İkisinden de çok memnun kaldık.. Genelde şu havalı İtalyan restoranı adabı olan ravioliyi 5 adet servis ederek matah bir şey yapıyormuş gibi yapmak gibi bir olay da yoktu. Ravioli gayet boldu, aslında onu ben yemedim, hımm galiba ravioli biraz aklımda kalmış:) Benim biftekli noodleım da çok lezzetliydi ama. Zaten tüm bunların üzerine tıka basa doyduk. Yanında da bir büyük Yakut çok güzel gitti..

White House bu kalite ve fiyatla bence Ankara'da oldukça iyi bir yer edinecek kendine.

p.s:Söylemeden geçemeyeceğim; Emin Çölaşan'ın İ.Melih'i nakavt edişini görmek muhteşemdi. İnsanların birazcık gözü açılmış olsun artık lütfen.. "Aaa" deyince, "beee" diye cevap verdi adam yaaa, aklıma geldikçe gülüyorum.