30 Ocak 2007

Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul'un :) O kadar da değil!

intro: Dönüp de yazdıklarımı okuyunca sonu alkolikliğe doğru giden bir insan izlenimi yaratıyorum gibi geldi :) Alakası yok aslında, Bacardi'nin "Drink Responsibly" tavsiyesine hep uyarım, ayrıca alkole çok dayanıklı bir bünyem var. Vah bu kızın durumu çok fena farkında değil hala patlıcan salatası anlatıyor diye düşünen vardır belki diye söylemek istedim; merak etmeyin beni :)
İstanbul'da beni en çok heyecanlandıran şeyler boğazdaki balık lokantaları. İstanbul'un tadı en güzel oralarda çıkıyor çünkü. Aynı beyaz peynir, aynı rakı, bunlar hep İstanbul'da en lezzetli oluyor. Daha İstanbul'a gitmeden rezervasyonunu Ankara'dan yaptıran insanlarız. Acaba erkek mi doğmalıymışım diyorum bazen ama ben bu rakı-balık sofrasının tadını çıkarmayı bilen bir grup dişiden olmayı daha çok seviyorum sanırım.

İlk rakı balık noktamıza pek de hevesli gitmedik açıkçası. Çocukluk arkadaşım Elif, benden 2 yaş küçük. Yazlık arkadaşıyız. Kendisi 16sından 18ine gelene kadar bütün grup cehennem azabı çektirdik kıza; grubun en küçüğü olduğu ve onun yaşı tutmadığı için hiçbirimiz avuç içi kadar olan Çandarlı'daki ultra dandik yazlık diskolara giremediğimiz için. Artık koskoca kız oldu, ben ondan +2 yaş koskoca kız oldum ama bizi rakı-balığa götüren o oldu.. Bir gece önce North Shield'de dört elin tüm parmaklarını geçecek kadar martini içerken dedi ki: "Süheyla var, yarın akşam oraya gidelim" ben mızırdandım aslında; çünkü listemde birçok yer vardı ve burası onlardan biri değildi. İstanbullu birine İstanbul öğretecek halim yok, gittik tabi. Cumhuriyet meyhanesinin önünden trafiğin aktığı tarafa doğru 100 metre kadar yürüyünce sokağın karşısında kalıyor burası. Bize tarif edilişi böyleydi , biz bulduk, herkes bulur :) İşleten hanımın adıymış Süheyla. Şu ana kadar gittiğim hiçbir restoranda fiks menüde bu kadar çok mezeyi masada sizi hazır beklerken görmedim.
Daha masaya otururken benim açımdan keyifli geçeceği belliydi. Elif'in 15 kişiyi bulan arkadaşları geldiğinde masanın nerdeyse en büyükleri ve kimseyi tanımayan iki üyesi Başak ve bendik ama yeterince meşgüldük yemekle, dert edecek pek vakit olmadı. Restorandaki sistem şöyle: rakı kadehi 5 saniye bile boş kalmayacak. Çalışanlar o kadar hızlı ki hiçbir şey istemeye fırsat bırakmıyorlar. Tek kötü yanı rakının su gibi akması.. Bu da tabi göreceli bir kötü durum. Patates püresiyle yapılmış ve beyaz susamlarla kaplanmış toplar çok ilginçti, mezeler genel olarak gayet lezzetliydi, beğenmediğimiz birşey olmadı, masada beyin görmeyi sevmiyorum (Aaa Ayşe'nin yemediği bir şey vamış!) ama şu sofraya bakıp da bunun bir sorun olduğunu söyleyecek kadar manyak değilim. Balıkları da yedik, hatta üzerine karaokeye bile gittik..


Ertesi gün Ankara'dan beklediklerimiz geliyordu. Oleydi yani :) İstanbul'da şöyle ilginç bir rezervasyon sistemi var anladığım kadarıyla, bunu cumartesi akşamı için rezervasyon yaptırmaya çalışırken gördük; 8-10 arası diye bir kavram var. Bir restorana gidiyorsunuz ve yemeğinizi 8-10 saatleri arasında yiyip kalkmanız gerekiyor. Öyle saçma şey mi olur? Lisede öğle arası mı bu? 5.kat ve Litera'ya rezervasyon yaptırmaya çalışırken önümüze bu konu çıktı, biz de sağolun almayalım dedik. Arnavutköy'de 2 balıkçı arasında kısa bir tereddüt yaşayıp Vira Vira'ya gitmeye karar verdik.

Nar ekşisi ve nar taneleriyle yapılmış roka salatası ve soslu levreği ilk defa denedim. İkisi de olmadan yaşayabilirim. Patlıcan salatası çok lezzetliydi ama gecenin en güzel kısmı uzun zamandır hamsi liderliğinde sürdürdüğümüz balık soframıza sonunda tekirin gelmiş olmasıydı. Oh be! Tekir ve barbun en sevdiğim balıklar ama genelde balık restoranlarında mezeden sonra oturup da adam gibi balık yiyecek halim kalmıyor. Her seferinde aynı bu, terbiye edemiyorum kendimi.. Bu sefer yedim hatrı sayılır miktarda tekir. Çok keyifliydi çünkü bu sefer yanımda olmasını istediğim birileri de vardı. Gece pilim çok erken bitti, bünye kaldırmıyor galiba bir yaştan sonra sıkıştırılmış konsantre programları :) Gecenin sonunda çok komik bir taksiciye denk geldik. İstanbul'daki taksiciler ayrı bir post konusu olabilecek kadar ilginçler zaten. Adam öyle bir hikaye anlattı ki (videoya aldığımı sonradan farkettim); dinlerken acayip güldük, şimdi videoyu seyrediyorum hiçbir şey anlamıyorum.. Bazı şeyler sadece o an güzel, o an komik. Bu da çok güzel bir şey aslında. O anda orada kim varsa onunla paylaşıyorsunuz ve sonradan kimi dahil etmek isterseniz isteyin onlar dahil olamıyorlar. Anın güzelliği.

Hadi bakalım koy şimdi aynı peyniri önüme, aynı rakıyı, aynı şey değil işte. Bu yüzden İstanbul'a taşınan ilk insan olma olasılığım var mı?

27 Ocak 2007

La Rocca

La Rocca'yı çok uzun zamandır merak ediyordum. Çok yakın arkadaşım Başak'ın annesi Zerrin teyze, bir İtalyan restoranı açıyordu, yani heyecanlanacak birden çok sebep var demekti..
Restoranı açma evrelerinde menüden dekorasyona kadar her detayla ne kadar özenerek uğraştıklarını yakından bildiğim için buranın çok keyifli bir yer olacağına zaten hiç şüphem yoktu. İstanbul'a son gidişimde nihayet gidebildim La Rocca'ya.. Keşke daha önce gitseymişim dedim :)
La Rocca, Mecidiyeköy'de, Ali Sami Yen'in hemen karşısında. Küçük bir sokağın hemen başından farkediliyor camekanlı görüntüsü ve doğruyu söylemek gerekirse etrafa göre oldukça lüks bir imaj veriyor. İçeri girip menüye baktığınızda ise fiyatlar sizi şaşırtıyor. İstanbul genel olarak pahalı bir şehir olmasına rağmen, bu kadar çeşitli ve özel hazırlanan İtalyan yemeğini böyle fiyatlara bulabilmek mümkün olabiliyormuş. Menüde birçok çeşit salata, bruschetta, pizza, makarna, ana yemek ve tatlı var. O kadar çok orjiinal şeçenek var ki, seçim yapmak gerçekten çok zor..
Oturduğumuzda henüz aç olmamama rağmen, ki bu oldukça ilginç bir durum benim için, menüyü uzun uzun inceledim ve acıkmamın hiç de uzak olmadığını farkettim. Ne kadar tok olsanız da acıkabilirsiniz burada zaten.. İçecek menüsüne bakarkan 'otlu ayran'ı görünce denemek istedim, çok beğendim. Daha önce yeşil ayran içmemişseniz benim gibi, siz de çok seversiniz :)
Daha sonra Zerrin teyzenin yanımıza gelişiyle olayın seyri değişti. 'Aaa siz neden birşeyler yemiyorsunuz?' diyerek geldi ve gelir gelmez de siparişlerimizi verdi. Tavuk kraker salatamız çok lezzetliydi.. Adaçayı ile pişmiş 5 peynirli ravioli ise inanılmazdı.. Şeflerini tebrik ediyorum, yediğim en güzel raviolilerden biriydi. Kare beyaz tabakta servis edilmesi yemekleri ayrıca daha lezzetli mi yapıyor ne? Yemeğin üzerine yediğimiz sufle, sunumu ve lezzetiyle harikaydı. Menüde denenmesi gereken o kadar çok şey var ki İstanbul'a her gidişimde buraya mutlaka uğramayı düşünüyorum artık. İnternette en sevdiğim yemek sipariş sitesi olan yemeksepeti'nden de La Rocca'ya ulaşmak mümkün, menüyü ve fiyatları buradan görebilirsiniz. Kendi siteleri hala yapım aşamasında.
La Rocca'da özel geceler de düzenleniyor. Düzenledikleri latin geceleri ve fasıl gecesi çok eğlenceli geçmiş, bir dahaki sefere umarım özel bir geceye denk gelirim..
Bana göre çok keyifli bir yer olmuş.. Gayet iyi fiyatlarla kaliteli yemek yemek için tavsiyemdir.

25 Ocak 2007

Msn'im kapalı

İtalya'daki master sınıfım karmakarışık bir sınıftı. 17 ülkeden gelen 35 kişiydik. Hintliler, Çinliler, VietNamlılar, Meksikalılar, Avrupa'nın neredeyse her ülkesinden gelen insanlar vardı. Bazı derslerde profesörler bize herhangi bir tartışma konusu belirler ve bunu tartışmamızı isterlerdi. Avrupa Birliği'ni tartıştık, Tayvan'ı tartıştık, Küba krizini tartıştık.. Saatler akıp giderdi. Herkesin neredeyse her konuya farklı bakış bakış açısıyla yaklaştığı tartışmalar oluyordu. Herkesin kendi büyüdüğü, yetiştiği kültürün bakış açısına olan etkileri inanılmaz netlikte gözlemlenebiliyordu..


Türkiye'nin Avrupa Birliği ile yılan hikayesine dönmüş hikayeleri herkes tarafından çok büyük ilgiyle takip edilmişti. Bu ülkenin hiç de tahmin ettikleri gibi bir yer olmadığını anlamaları ve benim de bunda azıcık bile olsa katkım olması bana çok büyük keyif vermişti. Bazı zamanlarda korkutmuştu fikirleri beni. "Sen ne kadar mutlusundur şimdi burada böyle canının istediğini giydiğine" diyeni mi ararsınız, "Kaç deveniz var?" diye soranı mı.. Hiç bir şeyden haberin yoksa bari biraz coğrafya öğren, değil mi? Bunun bir master sınıfı olduğunu tekrar belirteyim bu arada..
Konuştuk saatlerce, ben anlattım, dinlediler, sordular, ben tekrar anlattım..

Çok olumlu etkileri oldu konuşmaların Türkiye'yi tanıma açısından, o 17 ülkeden gelmiş insan üzerinde, ben bunu çok içten biliyorum.


Hala koruyoruz bağlantılarımızı. Msn'de mutlaka kısa bir merhaba deriz birbirimize. Aramızdan birinin yaşadığı ülkede bir olay olmuşsa, kısa merhaba olmaz, yüzlerce soru sorulur ve durumun ortasındaki insandan fikir istenir. Ne oluyor orada? Tamam biz de buradan okuyoruz ama sen bize detaylarıyla anlat..

Uğraştım. Anlatmaya çalıştım. Yapamıyorum.
Kimseye anlatamıyorum kendim de anlamadığım bir şeyi..
"Evet burası insanların birbirinin fikrine kurşun sıktığı bir ülke" diyemiyorum.
Msn'im kapalı...

p.s: Grazie a Biljana per le magnifiche fotografie. Una donna molto gentile chi non ha dimenticato il mio affetto per belle cose da mangiare.. Spero di vederti in qualche parte del mondo presto! :)

Güzel yiyeceklerin fotoğraflarını çekmeyi çok sevdiğimi unutmayıp, bana Perugia, İtalya'dan bu güzel fotoğrafları gönderen Biljana beni çok mutlu etti. "Bunları görüp de sana yollamasaydım rahat edemezdim" yazmış.. Umarım yakın bir zamanda dünyanın herhangi bir yerinde görüşürüz Billy!

Posted by Picasa

24 Ocak 2007

......

Rakel Dink'in 23 Ocak 2007 tarihli konuşmasından:
"Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27 olsun, katil kim olursa olsun bir zamanlar bebek olduğunu da biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratmayı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim.."
"Nefretle hakaretle, kanı kandan üstün tutarak güzel gelecekler olmaz kardeşlerim. Kanı kandan üstün tutmak olmaz kardeşlerim..."

Belki de sadece garip bir tesadüf Hrant Dink'in toprağa verilişinin ertesi günü, Uğur Mumcu'nun 14.ölüm yıldönümü olması. 14 yıl geçmiş. Ülkemde hala birileri fikirleri yüzünden öldürülüyor. Ben 10 yaşındaydım Uğur Mumcu öldüğünde, dünyadan haberim yoktu ama annemle babamı görmek yetmişti. Çok çok kötü bir şey olmuştu. Annemle babamın daha önce televizyonda gördükleri hiç bir şeye bu kadar üzüldüklerini görmemiştim. O gün kazınmıştı beynime bu isim. Büyüdüm ve büyüdükçe bir insanın düşüncesine bile tahammülsüz ve olabilecek en korkakça şekilde, o düşünceyi tamamen ortadan kaldırmanın yolunun, o insanın hayatına son vermek zanneden zavallı zihniyetten gün geçtikçe nefret ettim. O zaman aklım almıyordu, hala almıyor. Daha çok şey biliyorum ama bildiklerim, anlamamı sağlayamıyor.
Düşünmek bizi biz yapan yetimizse eğer ve hepimiz farklı kodlanmış DNAlarla geldiysek yeryüzüne, düşüncemizin de birbirimizden farklı olmasındaki tuhaflık nedir? Asıl problemi ne kadar güzel söyledi bugün Rakel Dink: Bir bebekten katil yaratmak..
Bildikçe, öğrendikçe, okudukça, yaşadıkça sadece çok ama çok üzülüyorum.. Bu böyle olmamalıydı.

22 Ocak 2007

Güzel şeyler - Bebek postu

No.1 : Bebek kahvesi
Akşam gidip açık havada oturulabiliyor hala. Geç uyandığımız bir gün kahvaltıya gittik, daha doğrusu akşam yemeğine yaklaşan bir saatti. Gittiğimizde o kadar acıkmıştık ki kahvaltı kesmeyecekti, çizburger söyledik. Eğer niyetiniz varsa haberiniz de olsun, hamburger ve çizburger neredeyse yarım kilo köfte ve yanında 1 kilo kadar patates içeriyor. Günün tek öğünü o oldu tabi.. Hep ünlü insanlar oluyor burada. Ne sanmıştınız yoksa 1 haftada alıştığımı mı? :) Karşı masada oturan Nurgül Yeşilçay, Cem Özer ve Ege Aydan'a artık nasıl baktıysam, Başak, "Ayşe bitek sen bakıyosun öyle!" diye kızdı. Artık parmağımla göstermiyorum, yüksek ses çıkarmıyorum. Bence bu da birşeydir.

No.2 : Nady's

Bebek'te yürürken evlere bakmak çok zevkli. Burada bir evim olsun 100 milyar borcum olsun diyesim geliyor ama zaten çok saçma bir cümle olur bu.. Happily ever after'ın hemen yanındaki Nady's in çok güzel bir balkonu var. Buradan evler görünmüyor ben de rahat rahat denize bakabiliyorum :) Cheesecakeleri çok güzeldi ama ben menünün kendisini daha çok sevdim. El yazısıyla yazılmış menüler çok şirin ve sıcak bence. Mozaik pasta da fena değil ama ben bisküvi sevmem.


No. 3: Mangerie

En güzel keşif açık ara Mangerie oldu. Balkonuna bayıldım. Yemekler de çok güzel. Kocaman bir balkonu var. Isıtıcılar olduğu için, şeffaf tente ile kapatılmamış olmasına rağmen tişörtle oturulabliyor. Noodle lar çok güzel görünüyodu, focaccia sandviçler grubumuz tarafından çok rağbet gördü. Ben rozbifli sandviç yedim. Güzeldi ama bence domatessiz sandviçlerde birşeyler eksik. Portakal suyu içemeyen biriyim ben. Sebebi de şu: Bir yerde, mankenlerin tüm gün acıkmamak için bir parça pamuğu portakal suyunu batırıp yuttuklarını ve pamuk midelerinde şiştiği için acıkmayıp, yemek yiyemediklerini okumuştum. Bunu duyduğumdan beridir ki 3-5 sene olmuştur, portakal suyu içemiyorum. Arkadaşlarım sağolsunlar içiyorlar ve portakal suyunun posalı ya da posasız olma konusunu 45 dakika kadar konuşup garson kıza fenalık getirdiler. Hamile kadınlara da iyi geliyormuş sadece posasını yiyorlarmış. Bu konuda engin bilgiye sahip oldum. Lüzümsuz işler müdürü olarak beni yakın zamanda bir yerlere gelmiş olarak görürseniz şaşırmayın..

Bu sadece Bebek civarına dağılmış cafe postu sana hiç yakıştı mı Ayşe diyenler için de "Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul'un" konulu postlarımız yakın zamanda piyasada olacaktır.

Piyangodan çıkan 1 haftalık İstanbul tatili yarın sona eriyor. Ayşe' World yarın akşamdan itibaren tekrar Ankara'dan bildiriyor.

17 Ocak 2007

Delilerden sen anlarsın..

İnsan böyle birşeyi yiyebilir mi?
Ben yedim..

Cafemiz'in cheesecake'i.. Sanat eseri gibi.. Açıklama yapmıyorum herşey ortada :)

Deneyin mutlaka..

Cafemiz yetkilileri, küçük kapta verdiğiniz çikolata sosuna batırmak için daha çok meyve ikram ederseniz zaten sizin olan kalbimi bir kez daha kazanırsınız..

Uçaktan denizin göründüğü il an :) Yanında biri olmayınca "AAA Deniz göründü" diyememek kötü bir his! :)


Her şey çok çabuk gelişti. 20sinde gelmem gereken İstanbul, beni bugün çağırdı; ben de geldim.

Etrafımdaki ve şirketteki çoğu insanın beni salak gibi görmesine aldırmadan teklif edilen işi kabul edemeyeceğimi söyledim. Evet çok büyük bir fırsattı, evet çok büyük bir firmaydı, evet geleceği çok parlaktı ama kalbim bunu istemedi.. Kalbimin sesini ne kafam ne de herhangi biri durdurabildi şu güne kadar, o yüzden yine o kazandı. İyi de yaptı. Şu an hayatımın gidişatıyla ilgili önemli bir adım attığımın ve bu kararın hayatımın 5 sene sonrasını tamamen değiştirdiğinin farkındayım. Keşke biri benim için "Sliding Doors"u çekseydi de ben görebilseydim bu "hayır"ın bana nelere mal olacağını.. Life is life..
Şu an İstanbul'dayım. Aklım rahat. Salı'ya kadar burada olacağım ve çıkarabildiğim kadar bu harika şehrin tadını çıkarmaya çalışacağım. Bir önceki post için öneriler not defterimde.. Ayşe bak sakın şunu yapmadan dönme dediğiniz bişey varsa söyleyin lütfen.. Bir saate kadar kış gelmemiş olan İstanbul'un Taksim'inde ilk eğlenceli gecemi geçireceğim.. İşte böyle..
p.s:Hımm cuma öğleden sonralar tatil olsa ne güzel olur di mi?

14 Ocak 2007

jai guru deva om*


Ve 2 gece tabii ki İstanbul'a yetmedi. İstanbul'a mülakat için geldiğini şiddetle reddeden bir bünye ve İstanbul'da yapılacak yüz milyon tane aktivite ile aynı anda baş etmem hiç de kolay olmadı. Sayıca az olsa da hep hatırlayacağım şeyler yaptım bu sefer.. Araya bir de tüm gün süren bir mülakat sıkıştırdım tabii. Mülakatın öğle arasında Kanyon'a gittim.. Aklım neden hep bir karış havada benim?

Ankara nur topu gibi bir hava alanına kavuşmuş. Gayet modern, pırıl pırıl. Kim yapmışsa güzel yapmış fakat otoparkını kim yaptıysa üç kuruşluk aklıyla evde oturup televizyon seyretsin. Başka da bir şeye elini sürmesine izin verilmesin. İstanbul-Ankara 45 dakika. Otoparktan çıkabilmek ise 1 saat sürüyor.
İlk gün zaten anca akşama doğru varabildiğimiz için sadece akşam yemeği yiyebilme şansımız oldu. Ertesi gün mülakat var sabahın köründe. Evet evet evet bunu devamlı söyle kendine. İskele Balık'a gittik. İstanbul'un en iyilerinden olduğunu öğrendim. Rakı içmemek ayıp değil mi şimdi orada peki? Mülakatın var, az içersin bişey olmaz.. Di mi? :) Karşı tarafın ve köprünün muhteşem görünen ışıklarını seyrederken bir de baktık ki her yer kapkaranlık.. Aaa elektrik kesildi ama köprüde nasıl kesilmiş olabilir gibi sorulara muhteşem, zeka küpü varsayımlarda bulunurken, o anda gelen Selin bizi aydınlattı. Sistenmiş.. 10 saniyede nasıl oldu bu iş diye düşünmeyi reddediyorum. Hatta hiçbirşey düşünmek istemiyorum ben İstanbul'da.. Sadece bakmak istiyorum..
Ertesi gün uzun saatler süren mülakattan sonra, ilk iş olarak beni hiç ben gibi göstermeyen takım elbiseyi üzerimden çıkardım ve bizi Ankara'da bırakıp İstanbul'a yerleşen zalim arkadaşım Başak'la gezmeye başladık..
Siz İstanbullular ayak üstü kalamar yiyebileceğiniz bir yerde yaşamanın hakkını verin lütfen... Ankara'da yok.
Nevizade'de oturduk akşam üstü. Biramızı içtik, kalamarla patates kızartmalarımızı yedik. Açık havada oturduk. İstanbul'da hava bile güzel. Bu ne biçim bir adaletsizlik anlamadım.. İsyan ediyorum.
Cumhuriyet Meyhanesi en sevdiğim yerlerden biridir İstanbul'da. Önceden de sıcacık anılarım var orda.. Oranın curcunası çok hoşuma gider. Alakasız bir sürü insanın aynı yere gitmesini çok seviyorum ben. Belli bir kesime değil de herkese hitap eden ve yine de kaliteli olan yerleri. İstanbul'da ne çok Ankara'da hiç yok gibi..
Mülakat stresi iyice üzerimden sıyrılıp gitmiş.. Çok vardı ya zaten.. Mezeler ve Tekirdağ mı yaş üzüm mü? Tekirdağ olsun peki.. Her akşam böyle olsa akşam yemeği ben hiç sıkılmam herhalde.. Gidişat ise tehlikeli görünüyor sanki :) Çok keyifli gerçekten de.. Yanında sevdiğin insanlar olsun, konu oradan oraya zıplasın, saatler farketmeden akıp gitsin, bir yandan çok lezzetli mezeler ve yanında rakı.. Hayır alkolik filan değilim ben, sadece çok keyif alıyorum :)
Uzun zamandır yediğim en güzel favayı yedim. Şakşuka ise başarılı değildi pek. Ahtapotu İskele Balık'takinden bile daha çok beğendim. Patlıcan salatası, yoğurtlu semizotu, közlenmiş biber ve salata hepsi gayet güzeldi. Yemek yiyecek halimiz kalmadı bunları yedikten sonra. Son 3 günde tükettiğim deniz ürünü miktarına bakarak söylüyorum ki, yüzgeçlerimin ya da ahtapot gibi kollarımın çıkması an meselesi.. She who eats isimli biri olmasaydı ben bu isme talip olurdum ve şüphesiz ki hakkını verirdim..
4 saatlik yemeğimizin sonunda uyku en cazip seçenek oldu.. Yaşlanmışız artık :) Ertesi gün de döndük sevgili başkentimize.. Hafta sonu tekrar İstanbul'a gidiyorum. 4 gün orada olacağım. Bu sefer sadece gezmek amaçlı, mülakat filan yok.. Bir de şunu farkettim: Orada yaşamıyor olsam da İstanbul'un var olduğunu bilmek beni mutlu ediyor..

10 Ocak 2007

Karpuza benzeyen domatesler ve iş hayatı

Büyük şirketlere girmek ya da girmemek. İşte bütün mesele bu. Master yapmak için İtalya'ya gitmeden önce hırslı bi insandım. Daha doğrusu hırs mıdır bilmiyorum, iş hayatında çok iyi yerlere geleceğine inancı sonsuz biriydim. Oradayken bakış açım değişti. Ben cafe sahibi olmak isteyen biri oldum. Sabah gidip cafemde poğaçaları fırına vereyim, onların pişerken mis gibi kokusunun eşliğinde gazetemi okuyayım, bir yandan da latte macchiatomu içeyim.(İtalya'da ne öğrendiniz no.2)

Sabahın köründe kalk, her daim fönlü olması gereken saçlarını şekle sok. Sabah duş almam gerekir benim, bir de gidip her sabah fön mü çektireceğim? Yok daha neler! İç karartıcı renkteki takım elbiseni ve günlük hayatta asla tercih etmeyip de çok rahatsız bulduğun gömleklerden birini giy. Makyajını yap. Saat 7 filan şu sırada onu da hatırlatayım. Evden çıkmadan ağzına birşeyler at ne olduğuna bile bakmadan. Bir bardak çayı da sonuna kadar içmeyi başarırsan çok şanslı sayılırsın. Ve sabahın son hediyesi olan topuklularını da geçir ayağına kargalar bile birşey yememişken. Soununda çık evden. Yoruldun bile değil mi?


Ben bunu istemiyorum. Daha bu sabah kısmı bile yoruyor, yıpratıyor beni; ki daha işe gidip de birbirinin arkasından iş çeviren ya da öyle olmasa bile birbirine yapay ve yapay olduğu çok belli bir saygıyla davranan insanların arasında var olma çabasını anlatmıyorum bile. Sonra pestilin çıkmış halde eve gel ve uyu; yarın aynı şeyleri tekrar yaşamak için.. Ben bunu istemiyorum. Oradan gelecek çok büyük paralar varsa onu da istemiyorum. Range Rover'ım olmasın benim, onu da istemiyorum. Zaten çok büyük napıcam ben onu.


Neden anlatıyor bütün bunları derseniz, ben büyük bir şirketin 85 adımlı mülakatının 85.adımı için İstanbul'a gidiyormuşum yarın. Senin cafeye ne oldu derseniz, bu satırları okuyanların içinde banka yetkilileri varsa onlara sesleniyorum: Bana kredi verirseniz gitmem mülakata. Cafe'mi açabilmek için monopoly paralarını kullanamayacağımı öğrendim.

Almayın beni işe, hayallerimden uzaklaşmak istemiyorum.
Posted by Picasa

9 Ocak 2007

Senin yüreğin kabarmış. Evet hem de nasıl. Olsun.

Süper bişey. Kalkıp dans ettirme ve günün geri kalanında 'never again never againnn' diye şarkı söyletme etkileri var.
Tıkla çalsın:
Giriş: 17 Ocak'ta Helldorado konseri var. Radyo Eksen düzenliyor. Bizim Ankara’da Radyo Eksen'imiz bile yok oysa ki, internetten dinlemeye çalıyoruz burda.. Şanslı İstanbullular gitsin konsere, biz de burdan bakalım.. Olsun ben 20 Ocak'ta 4 günlüğüne kısa bir tatil için İstanbul'a gidiyorumm. Oleyy!

Herşey İstanbul'da olabilir tamam doğru, ama Ankara'da olmanın da farklı yanları yok değil. Çok sevdiğimiz politikacılar yüzünden yolların kapanması ve trafiğin durdurulması, Sayın İ. Melih amca yüzünden ağaçların bir gecede yer değiştirmesi ve yolların akış yönünün tersine dönmesi.. Normalde 5 dakikada gidilecek mesafenin şantiye şehrimizde yarım saatte gidilebilecek duruma gelmiş olması da ilginç deneyimler tabii. Saçma sapan bir yere dönüştü burası artık ama konu bu değil. Konu Ege. Evet hiç bağlayamadım farkındayım ama bu seferlik böyle olsun. Bölük pörçük yazma şeklime alıştınız sanırım :)

Gelişme: İzmirliyim; o yüzden önce adını seviyorum Ege'nin. İçeri girer girmez kendimi eski bir Rum evinin içinde hissediyorum. Duvarlar kireç beyazı, açık mavi bordürlerle çevrili, dantel beyaz perdeler var. Tepende de bir deniz haritası. Hemen ertesi gün Alaçatı'ya tatile gidesim geliyor. Her türlü insan var içerde. Gençler de, takım elbiseli iş
adamları da, yabancılar da oluyor burada. Çünkü yemekler çok güzel. Özellikle de mezeler.. Rakıyı hep severdim, gitgide de daha çok sevmeye başladım. Garip bir içiş şeklim var. Yadırgamayanı görmedim. Tüm restoranlarda da garip garip bakarlar. Rakıya bir parmak limon suyu ekliyorum. Bu şekliyle tadını daha çok seviyorum ve daha az çarptığına dair hiçbir dayanağı olmayan bir teorim var. Tadanlar genelde süper ya da iğrenç değil de "garip" buluyorlar, ben söyliyim de sonra aklınıza gelir de denerseniz "bu ne böyle!" diye bana çatmayın.
Fotoğrafların altına isimlerini yazdım ama galiba hiçbirşey okunmuyor. Photoshopla blogger pek iyi anlaşamıyor sanırım ya da ben iki ayrı bilmediğim konuda fazla ileri gidiyorum :)
Say bakalım sol baştan:
1. Fava
2. Közlenmiş biber
3. Ahtapot Salatası
4. Girit usulü ezme
Bunlardan orjinalliği olan tek şey Girit usulü ezme. Ezme diyince aklıma gelecek şey genelde bu olmaz ama değişik bir tip beyaz peyniri zeytinyağı, kekik ve kırmızı biberle karıştırıyorlar ve evde yapınca olmayacak bir beyaz peynir karışımı oluyor. Zaten böyle şeyler bulunca yemek yemek zevkli oluyor..
Zeytinyağına çıtır çıtır beyaz ekmek batırmaktan daha büyük zevk var mı be?
Sonuç: Evet sadece meze fotoğrafı var çünkü ben geri kalanında artık nasıl bir iştahla devam etmişsem yemeğe, fotoğraf filan gelmemiş aklıma. Yemek yemeye karşı çok büyük bir aşkım var. Çok büyük keyif alıyorum.. Kendimi bildim bileli bu böyle.. Ve diliyorum ki asla sadece salata yiyen kızlardan olmayayım ben, şu zevkten kendimi bile bile, isteye isteye mahrum bırakan bir varlığa dönüşmeyeyim. Son zamanlarda ilginç şekilde yiyip de kilo almama mucizesi devam ediyor ama bir gün gelir tekrar 3-5 kilo fazlam olabilir; o halimi sevebilirim ama güzel olmak için kendini bunlardan uzak tutan halimi sevemem.. Bu da böyle biline... nolacaksa :)

6 Ocak 2007

Hey Jennifer, I am a shoe..

Uzun zaman sonra Manhattan'a gittim. Özlemişim. Ben mi büyüdüm yoksa sahnedeki ön grup mu çok çıtırdı bilmiyorum. 51 promil ismini baya beğendik. Sonra çıkan grup da oldukça eğlenceliydi. Hatta no haşhaş no vitamin bile çaldı :) Yarım şişe şarap, iki şişe sake, 2 bira eder 2buçuk. Şu anda da saat bu. Oldukça kokoş gitmiş olabilirim Manhattan'a ama "Heyttt siz yokken ben geliyodum buraya" diyebileceğim bir yer olduğundan hiç takmadım :)


Şu üstteki ayakkabılara aşık oldum. Hayatımda aldığım en süper hediyelerden biri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.. Noel Baba getirse anca bu kadar bilebilirdi kalbimi çalan ayakkabıyı. Sarılıp birlikte uyumak istiyorum. Şu kar bitsin parmaklarım açıkta filan dinlemeyip giyeceğim. Deli diyen desin. Mutlu bir deli olacağım en azından.


Kitapların arkasını okuyarak satın alan bir insan değilim. Ama bu kitabın arkasını bir kitapçıda okumuş olsaydım, alırdım. Özellikle de "What the Bleep Do We Know?"u seyretmemin üzerinden bir hafta bile geçmemiş olmasını hesaba katarsak. Bu olağanüstü filmle ilgili söyleyecek çok fazla şeyim var, o yüzden başka bir posta bırakalım.. Kitaba dönelim. Aslına bakarsanız kitap almasına gerek kalmayan bir insanım. Babam her hafta kitap eklerinden çok istatistiksel çalışmalar yaparak listeler çıkarır ve finalistleri ideefixe'den ısmarlar. Bana da eklemek istediğim bir kitap olup olmadığını sorar. Bu şekilde evimiz gitgide büyüyen bir kütüpaneye sahip oldu.. Başka bir eve taşınma durumum olsa bırakmak zorunda olacağım kitaplar üzerdi sanırım beni en çok. Halen mutlu mesut okumaya devam ettiğim Ahmet Ümit'in Beyoğlu Rapsodisi'ni bu akşam bitirip Olasılıksız'a yarın akşam mutlaka başlamayı düşünüyorum.

Çok yüksek beklentiyle başlanan şeyler hep hüsranla mı sonuçlanır? Öyle olmasın lütfen.. Babam bir şeyler söyler "Namümkünü hedeflemeyen mümküne erişemez" gibi.. Öyle mi acaba? Buona notte..

4 Ocak 2007

hav hav hav benim küçük köpeğim.


Benim bir köpeğim var. Adı Maxi. Bugün onun doğumgünü. Asla ama asla evinde köpeğine doğumgünü partisi yapan, ona doğumgünü hediyeleri alan biri olmadım, böyle şeyleri komik buluyorum ve hep bulmaya devam edeceğim . O bir köpek ve bunlardan anlamaz, zaten şeker gözlerine zararlı, pasta filan yiyemez. Oyuncak top alacağına kafasını sev ya da 2 dakika yuvarlan onunla birlikte daha çok sevinir. Doğumgünü olduğunu neden söylüyorum o zaman? Çünkü Maxi 16. yaşını bitirdi bugün. Terrier cinsi, küçücük ve boyutundan beklenmeyecek kadar ses çıkarabilen bu varlıklar için oldukça uzun bir ömür değil mi??
Ben ilkokul 3teydim o evimizde geldiğinde. Düşünüyorum da hayatımın nerdeyse hatırladığım bölümünün tamamında Maxi benim arkadaşımdı. Avcumun içine sığıyordu, belki de ben de anneme öyle geliyordum o zaman.. Birlikte büyüdük. Onun 4 tane çocuğu oldu, onlar gidince çok üzüldü, sanırım o gün biraz yaşlandı. Şu an hiçbir sağlık sorunu yok. Bu kadar sağlıklı olmasının sebebinin de, onu mümkün olan en özgür şekilde büyütmemiz olduğunu düşünüyorum. Maxi hiç bir zaman emirlere uyan bir köpek olmadı. Sadece işine gelen şeyleri anladı. Mama, atta, gel kızım gibi.. Kimse ona ne 'otur' ne 'kalk' ne de 'yuvarlan' dedi. Hiçbirini bilmez ama çok ilginç durumlara da şahit oldum. Bazen konuşulanları anlıyor. Üzgün olduğumda beni bırakıp da odamdan dışarı çıkmaz mesela. Ya da annem "Ayşe bugün veterinere götür Maxi'yi" dediğinde bütün gün koltukların altına girip de ortalıktan kaybolur. Ne zaman anladı nasıl anladı diye şaşıp kalırız biz de. En sevdiği şey salatalıktır. Daha doğrusu en gürültülü yenen şeylerden biri olduğu için bence onu seviyor. Kuruyemiş, salatalık, cips yemeye kalkarsanız asla rahat bırakmaz, yarısını o yer. Biber dolması filan da yer. Garip bir zevki var.
Kendi kendine yüklediği bir misyonu var. Her gece bütün odaları dolaşıp herkesi tek tek uyutur. Önce bana gelir sonra Mert'in kapısında bekler en son annemlerin odasına çıkıp orada uyur.. Daha yavru olduğu zamanlardan beri babama çılgınca aşık olduğu için sanırım annemle babamı yalnız bırakmak istemiyor :)
Algida'nın Max reklamları sırasında ise televizyona koşuyor deli gibi. Max Max Vanilyalııı kakaoluuu Max Max! O kadar şapşal oluyor ki..
Bazen aynı fotoğraftaki gibi manalı manalı bakar. "Hadi konuş kızım" diyorum ona böyle zamanlarda. Oturup sohbet edecekmiş gibi bakar hakikaten. Deli değilim. Gerçi fotoğrafta çok ağırbaşlı çıkmış ama kapı çalınca yeri yerinden oynatır soprano sesiyle ve 5 dakikalığına bile gitmişsem sanki yıllardır görmüyormuş gibi heyecanla karşılar beni ve herkesi.. Gerçekten güldüğünü de gördüm birkaç kere. Biz ailecek birşeye kahkahalarla gülüyorsak ve yanımızdasa bazen o da gülüyor. Artık taklidimizi mi yapıyor yoksa gerçekten gülüyor mu bilmiyorum ama çok tatlı görünüyor :)
Bir de onun yanında başörtüsü ve şapka takmak tamamen yasaktır, kafasını görmeden kimseyi rahat bırakmaz, nerden öğrendiyse bunları, hayret! :) Bir de telefonun mesaj sesinden korkuyor garip bir şekilde, bunu çözemedik..
Bu kadar şeyi aslında şunun için yazdım. O artık 16 yaşında ve ben onun çok da fazla ömrü olmadığını biliyorum. Ne kadar kendimi hazırlamaya çalışsam da bunun mümkün olmadığını hissediyorum. Herhangi bir sorunu olmadan buradan gitmesini tercih ederim, onu bu neşeli haliyle görmeye çok alışığım çünkü. Umarım ona güzel bir yuva verebilmişizdir. Belki de seneye de kutlarım doğumgününü. Bir dahaki sefer alıcam kocaman bir pasta yediricem ona, umrumda değil zararı filan. Neden böyle duygusallaştıysam durup dururken..

3 Ocak 2007

Kırmızı Vivident gibi

Sanki dolabı yerinden çekmiş ve dolabın arkasında 5 sene önceden kalmış tamamen unuttuğum ama çok sevdiğim bir şeyi bulmuş gibi..
Malumunuz yeni yıla girdik. Bu yazıyı biraz da yandaki listede January 2007 yi görebilmek için yazıyorum :) Bir sürü tantana koptu, herşey eskiye döndü. Yılbaşından sonra yılbaşı süsü görmeyi sevmiyorum, garip bir his yaratıyor bende. Hüzün desem değil, sanki hiç tanımadığım çok yaşlı birinin bende uyandıracağı his gibi birşeyler...
Naaptım???
Yeni yıla çok güzel girdik. TRTde Sezen Aksu'yu izledik. Abartmadan içmeyi başardık. Cappy'nin yeni bir meyve suyu var . Ahududu ve Elma karışık. Absolutla süper oluyor. Tombala oynadık. 20 milyon kazandım. (Milyonlu paralar artık tamamen tarih olmuş olabilir ama ben bir türlü 20 lira diyemiyorum, yoksa milyarder filan olmadım ama hala bakmadığım bir milli piyango biletim var, belki de olmuşumdur!)

Yılbaşı günü 2 saat kadar kanepe hazırladık. Bir sürü kanepe yaptık. Güzel oldu ama çok uğraştırıcı birşeymiş bu kanepe. Bardakların kenarlarını paşabahçe mandallarıyla süsledik. Bir de davetli olan herkese, kişisel bir mesajın olduğu bir duvar yaptık. Tabu oynadık, sessiz film oynadık. Sucuk-ekmek yedik. Çok güldük. Ayşegül harika bir ev sahibiydi. Herşey için çok teşekkürler ona..

Yeni yılın ilk tavsiyesi de gelsin hemen. Sorumluluk kabul etmiyorum. Eğer hala tanışmadıysanız tanıştırmaktan şerefffff duyarım:

#MAGNUM Infinity#

Benim gibi çikolatayı fazla sevmeyen birinin bile başını döndürebilecek bir şey. Magnum yapmış yapacağını. Bu seferki "sıcak kumlardan serin sulara atlar gibi"değil de "buz gibi sokaktan sıcacık evine girer gibi" tadında olmuş. Liva'nın profiterolünü sollamak üzere, acil çikolata krizleri için..

İşte böyle, life goes on..